17 Aralık 2014 Çarşamba

Gökkuşağı filmleri 2;

1) Ontem (2010)
2) İ hate Tommy Finch(2012)
3) To here knows when (2015 'yakın zamanda yayınlanacak')
4) Ashley (2013)
5) A perfect ending (2012)
6) Submerge (2013)
7) Lost and delirious (2001)

Bir psikoterapist veya danışman olarak "iyileştirici terapi"/ "onarım terapisi" uygulama ve yöntemlerini savunmak ve bunların propagandasını yapmak, sadece bilimsel olmamakla kalmayıp aynı zamanda etik de değildir.


Son zamanlarda Onarım Terapisi (İngilizcesi: Reperative Therapy) adıyla anılan bir yönteme rastlanmaktadır. Bu internet sayfalarında bazı insanlar cinsel yönelimin/kimliğin onarım terapi vasıtasıyla değiştirilebileceğine inanmaktadırlar. 21’inci yüzyılda bile hala daha eşcinselliğin iyileştirilebilecek bir hastalık olduğuna inanan insanlar bulunduğunu görüyoruz. Bu insanlar tüm insanların heteroseksüel olduğuna ve heteroseksüel olan insanların psikolojik bozukluklar (psişik hastalıklar) nedeniyle homoseksüel olduklarına inanıyorlar. Bu kişiler, “hasta” olan eşcinsel insanlara İyileştirici Terapi ya da Onarım Terapisi olarak anılan bir terapi uygulamaları gerektiğini ve bu sayede eşcinselliğin giderileceğini ve onları tekrar “sağlıklarına” kavuşturacaklarını, iddia ediyorlar. Böyle bir teşebbüsün “Terapi” tabiri ile isimlendirilmesi bir yanlış anlamanın neticesidir. Zira burada kullanılan yöntemlerin hiçbiri, bir hastalığın iyileştirilmesi veya tedavi edilmesine yönelik bilimsel olarak kabul görmüş yöntemler arasında yer almamaktadır ve diğer konuların yanı sıra eşcinsellik zaten bir hastalık değildir. İnsanı hasta eden maruz kalınan yasaklar, suçlamalar, aşağılamalar ve ayrımcılıktır. Daha önceden depresyon vb. gibi semptomlarla Terapistlere başvuran eşcinseller; elektroşoklar, beyin ameliyatları, hormonlar veya yıllar süren psikoterapiler ile heteroseksüel olmaları için tedavi edilmeye çalışılmıştır. Ancak tüm bu çalışmalar her zaman “Hastaların” tedavisinde başarısızlık ve “Terapistlerin” ekonomik durumlarının tahsil ettikleri yüksek vizite ücretleri ile daha da iyileşmesi ile sonuçlanmıştır. Bu “Tedavilerin” hepsi başarısız olmuştur. Çünkü bu tür rahatsızlıkların (depresyon vb.) gerçek nedeninin, gey veya lezbiyen olmakla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu neden, toplumun eşcinselliği aşağılayan ve bu insanların sadece sonuçta tedavi edilmesi gerektiğine inanan hastalar olduğu yönündeki değerlendirmesinde yatmaktadır. Hiçbir yerde eşcinselliğin depresyona veya diğer bir başka ruhsal rahatsızlığa neden olduğu yazmamaktadır. Heteroseksüellik de buna neden olmaz.
Size onarım terapisi olarak anılan bu sözde uygulama hakkında bilgi vermek istiyorum.

Sözde iyileştirici terapi (aynı zamanda, dönüştürme terapisi) olarak da anılan bu uygulama, ex-gey hareketlerinin tedavi edilmesine yönelik psikoterapik temeller ve faaliyetler dikkate alınarak uygulanan tedavi işlemidir. Amaç: Eşcinselliğe yönelik cinsel eğilimlerin, heteroseksüellik yönelik yönünde değiştirilmesidir. Avrupalı ve Amerikan Psikoterapist Meslek Organizasyonları iyileştirici tedavileri kabul etmemektedir; çünkü bu tedavi uygulamalarında eşcinsellik yanlış şekilde bir fonksiyon bozukluğu olarak gösterilmekte ve eşcinselliğin değiştirilmeden geçmeyeceği görüşü savunulmaktadır. Alman Federal Hükümeti´nin bu konudaki açıklaması şudur: “Bu terapilerin uygulandığı çok sayıda insanda olumsuz ve zararlı etkiler görülmüştür."

“Federal Hükümet, eşcinselliğin ne bir terapi gerektiren bir durum olduğu, ne de bir terapi ile değiştirilebileceği görüşündedir. Eşcinsellik, 20 yılı aşkın bir süredir psikiyatri, psikoterapi ve psikoloji alanındaki bilim adamların büyük çoğunluğu tarafından bir hastalık veya rahatsızlık olarak görülmemektedir. Bu nedenle eşcinsellik ,1974 yılında Amerikan Psikiyatr Birliği (APA) tarafından Hastalık Teşhis Sınıflandırma sistemleri olan “Psişik Bozuklukların Tanı Teşhis ve İstatistik Kılavuzundan” (DSM) ve 1992 yılında da Dünya Sağlık Organizasyonunun Tanı Teşhis Kataloğundan (Hastalıklara İlişkin Uluslararası Sınıflandırma, ICD) çıkarılmıştır. Psikiyatrik ve psikoterapik ihtisas alanında, geçmişte yaygın olarak eşcinselliğin psikoseksüel gelişim bozukluğu probleminin belirleyici bir patolojisi olduğu görüşünün deneysel veriler vasıtasıyla desteklenmemesi nedeniyle, o zamanda bu yana durum yeniden düzenlenmiştir. Özelikle 60’lı ve 70’li yıllarda homoseksüel cinsel davranışların veya eşcinsel eğilimlerin değiştirilmesini hedefleyen ve “Geri Dönüştürme” veya “İyileştirme” veya “Onarım terapileri" olarak anılan pek çok sözde uygulama halka sunulmuştur. Oysa ki bu yanlış uygumaları günümüz bilim dünyası kabul etmemektedir. Bunun temeli, bu terapileri gören çok sayıda kişide olumsuz ve zararlı etkilerin (örneğin sonu intihara kadar varabilen korkular, sosyal tecrit ve depresyonlar) ortaya çıkması ve vaat edilen “İyileşme” beklentilerinin hüsranla sonuçlanması dolayısıyla yürütülen yeni bilimsel araştırmaların sonuçlarına dayanmaktadır. Bu tip Dönüştürme Terapileri olarak anılan sözde uygulamalar, organizasyonlar veya gruplar vasıtasıyla sunulduğunda ve talip olunduğunda, genellikle burada deneysel ve bilimsel dayanakları bulunmayan dini veya ideolojik motifler rol oynamaktadır”.
Onarım terapisi Joseph Nicolosi tarafından kullanılmakta ve yayılmaktadır. Peki, bu Joseph Nicolosi kimdir?

Joseph Nicolosi Amerikalı bir psikologtur ve Amerika‘da Ulusal Eşcinsellik Araştırma ve Terapi Cemiyeti adı altında bir dernek kurmuştur. Dernek, eşcinselliği değiştirilebilir bir eğilim olarak görmektedir. Onarım terapi temsilcileri, eşcinselliğe önemli ölçüde genetik kaynaklı ve doğuştan gelen bir özellik olarak değil, aksine eşcinselliğin çocukluk ve gençlik döneminde yaşanmış farklı ve karmaşık hayat tecrübeleri ile mizaç özeliklerinin bir kombinasyonu olduğu perspektifinden bakmaktadır. Bu kapsamda eşcinselliği psişik bir hastalık olarak görmektedirler. Ancak Joseph Nicolosi ve derneği bugüne kadar kendi hipotezlerine yönelik hiçbir bilimsel kanıt gösterememiştir.
Onarım Terapisi, Amerika Birleşik Devletlerindeki 10 adet ihtisas birliği tarafından şiddetle eleştirilmiştir.
Bu birlikler şunlardır:
  • Amerikan Pediatri Akademisi (American Academy of Pediatrics),
  • Amerikan Danışmanlık Birliği (American Counseling Association),
  • Amerikan Okul Yöneticileri Birliği (American Association of School Administrators),
  • Amerikan Öğretmenler Federasyonu (American Federation of Teachers),
  • Amerikan Psikoloji Birliği (American Psychological Association),
  • Amerikan Okul Sağlığı Birliği (American School Health Association),
  • İnançlar Arası İttifakı Vakfı (Interfaith Alliance Foundation),
  • Ulusal Okul Psikologları Birliği (National Association of School Psychologists),
  • Ulusal Sosyal Hizmet Uzmanları Birliği (National Association of Social Workers) ve
  • Ulusal Eğitim Birliği (National Education Association).

Bu eleştirileri yönelten kurumlar arasından sağlık ve ruh sağlığı uzmanlık alanlarındakiler, eşcinselliğin bir psişik/ruhsal bozukluk veya yetişmekte olan bazı gençlerde veya herhangi bir kişide eşcinsel isteklerin ortaya çıkmasını anormal bir durum veya ruhsal bir rahatsızlık olduğuna yönelik fikri, geçersiz, dayanaksız ve mesnetsiz bulmaktadır. Bu sözde terapileri yardım arayanlar için faydasız ve tehlikeli bulmaktadırlar. (Bu kapsamda bakınız: Amerikan Psikoloji Birliği )
  • Birleşik Devletler Sağlık Dairesi Başkalığı (Surgeon General of the United States)
  • Amerikan Tıp Birliği (American Medical Association),
  • Amerikan Psikoloji Birliği (American Psychological Association),
  • Amerikan Psikiyatri Birliği (American Psychiatric Association),
  • Amerikan Danışmanlık Birliği (American Counseling Association) ve
  • Amerikan Ruh Sağlığı Birliği (Mental Health America) gibi ihtisas birlikleri oybirliğiyle, Onarım Terapi Uygulamasına karşı olduklarını ve verebileceği muhtemel zararları açıklamışlardır.
  • Şu anda, cinsel yönelimin değiştirilebilmesini sağlayacak hiçbir faydalı terapi yöntemi bilinmemektedir. Amerikan Psikoloji Birliği´nin (American Psychological Association) Yönetim kurulu Başkanı olan Psikoterapist Douglas Haldeman, Onarım terapi olarak adlandırılan bu uygulamaları “Sahte Bilim” olarak adlandırmaktadır. (Bu kapsamda bakınız: http://www.iglss.org/media/files/Angles_41.pdf).
Ciddi bilim adamları ve uzman terapi birlikleri, eşcinselliğin her hangi bir hastalık olmadığı ve hiçbir şekilde terapi gerektirmediği konusunda hemfikirdir. Temel cinsel yönelimin erken dönemde belirlendiğini ve bunun kasıtlı ve bilinçli olarak değiştirilemeyeceğini açıklamışlardır. Ancak bu sözde “Terapilerde” eğer çok fazla baskı uygulanırsa, belki cinsel davranış sadece geçici bir süre için değiştirilebilir; fakat bu kişilerin uyguladıkları “Terapilerin” ağır zararlar verebileceği unutulmamalıdır.
Basel Üniversitesi Klinik Psikoloji alanında profesör olarak görev yapan Prof. Dr. Udo Rauchfleisch bir yazısında şöyle demektedir:
“Cinsel davranış değişikliği genellikle ağır depresyonlar, merkezi özgüven problemleri ve derin çaresizlikle beraber ortaya çıkmaktadır ve bu da, bunlara maruz kalan kişilerin intihara kadar sürüklenmesine neden olabilmektedir. Bir yandan dış dünya ile yaşanan anlaşmazlıklar, diğer yandan kendi içerisinde yaşadıkları ruhsal baskı ve kendi cinsel yönelimine ters bir hayat yaşama duygusu, bu insanların yaşamlarını parçalamaktadır. Bu sözde terapi veya ruhsal yardım müdahaleleriyle bu insanlara açık ve net olarak zarar verilmekte ve Eşcinseller suistimal edilmektedirler”.
Bu sözde iyileştirme terapileri aynı zamanda kişisel haklara da saldırı mahiyetindedir. Eşcinsel olan kişilere yönelik "hasta", "tedavi edilmesi gereken", "arazlı" gözüyle bakılması; bu insanların yok sayılması ve kendi özlerinin değiştirilmeye çalışılması anlamına gelmektedir.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, tüm dünya devletleri tarafından ortak değerler olarak kabul edilen insan hakları ilkelerini yansıtmaktadır. Beyanname, tüm insanların hiçbir ayrım gözetilmeksizin yalnızca insan oluşlarından dolayı eşit, özgür ve onurlu yaşama hakkına sahip olduğunu ilan etmektedir. Buna göre herkes, ırk, renk, CİNSİYET, dil, din, siyasal ya da başka bir görüş, DOĞUŞ, tabiiyet, servet ya da benzeri başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin bu beyannamede ileri sürülen tüm hak ve özgürlüklerden eşit bir şekilde istifade eder.

12 Aralık 2014 Cuma

Google’dan “Aşkı Yasallaştır” Çağrısı;

Google, eşcinselliği suç olmaktan çıkarmak ve dünya çapında homofobiyle mücadele etme amacıyla “Legalize Love” (Aşkı Yasallaştır) çağrısıyla bir kampanya başlatmıştı..
Türkiye’de ve dünyada kampanya basına Google’ın eşcinsel evlilikleri yasallaştırma çağrısı gibi yansısa da, Google bir açıklama yaparak kampanyanın evlilik konusuyla ilgisi olmadığını açıkladı. Kampanyanın amacı LGBT bireylere Google ofisleri dışında da güvenli bir ortam sağlamak.
Kampanyanın açılışı Londra’da çeşitli ülkelerden 100’ü aşkın hak savunucusunu biraraya getirecek “Aşkı Yasallaştır Konferansı” yapıldı.
Kampanya başlangıç olarak eşcinsel ilişkinin suç sayıldığı Singapur ve eşcinsel çiftlerin tanınmadığı Polonya gibi ülkelere odaklandı.
Google LGBT haklarını destekliyor

Google, geçtiğimiz yıldan beri Onur Yürüyüşleri’ni de destekliyor. Ayrıca Google ofislerinde hak savunucuları ve politikacıların katılımıyla LGBT haklarına yöneşik seminerler ve eğitimler de düzenliyor ve LGBT örgütleriyle ortak çalışmalar düzenliyor.
Google’ın LGBT çalışanlarının “Gaylers” adlı bir ağı da var.

Korkmayın, homofobi ve transfobi tedavi edilebilir hastalıklardır;

Homofobi, eşcinselliğe ve eşcinsellere duyulan korku, nefret ve bu duygulara bağlı olarak yapılan ayrımcı davranışlar için kullanılan bir kavramdır. Transfobi ise transeksüel, travesti, transgender, genderqueer gibi trans kimliklere duyulan korku, nefret ve ayrımcı davranışları içermektedir. Eğer homofobi/transfobinden kurtulmak ve tüm cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerini kucaklamak istiyorsanız danisma@lambdaistanbul.org mail adresinden Lambdaistanbul Ruh Sağlığı Komisyonu ile iletişime geçebilirsiniz.

Nefret Cinayetine İyi Hal İndirimi;

Geçtiğimiz sene eşcinsel Mustafa Murat Yücel’i öldüren ve müebbet hapis cezası istemiyle yargılanan C.T., iyi hal indirimden yararlandı.
Geçtiğimiz sene eşcinsel Mustafa Murat Yücel’i öldüren C.T., “iyi hal” indirimiyle 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
C.T., Ağustos 2011’de Taksim’de bir ir eşcinsel barında tanıştığı altı kişiyle birlikte Yücel’in evine gitmiş, Yücel’i kalbinden bıçaklanarak öldürülmüştü.
Müebbet hapis cezası istemiyle yargılanan C.T., “Olay gecesi Murat Yücel evde kızların olduğunu belirterek davet etti. Eve gittiğimizde kız olmadığını görünce, ‘Ben kız değil miyim, benim kızlardan neyim eksik’ diyerek kapıyı kilitledi. Bana ilişki teklif etti. Kabul ettim. Daha sonra ‘şimdi sıra bende’ diyince kendimi kaybettim” diyerek ağır tahrik indiriminden yararlanmak istediğini belirti.
Mahkeme, C.T.’ye önce müebbet hapis cezası verdi, ardından “iyi hal” indirimi uygulanarak 25 yıl ağır hapse indirildi.
Kaos GL’den Umut Güner kararla ilgili olarak; “Mahkeme hep sanığa inanıyor. Katiller, ‘bana ters ilişki teklif etti’, ‘ben onu kadın sanmıştım’tan sonra üçüncü bir yalan ile karşımıza çıkıyor. Hadi diyelim gerçekten ‘evde kadın var’ dedi ve ‘evde kadın çıkmadı’ bunun sonucu öldürmek midir? Hakimler bu cinayetlere ‘adi adam öldürme’ gibi bakmaya devam ettikleri müddetçe, güvenlik görevlileri bu cinayetlerdeki nefret saikini araştırmadıkları müddetçe adalet yerini bulmayacak ve katiller adalet sistemini ödüllendirmeye devam edecekler. Katilin ‘iyi hal’inin gündeme gelmesi ama toplumsal yapının beslediği nefret saikinin gündeme gelmemesi de adaletin heteronormatif yapısını gözler önüne seriyor.” diye konuştu.
Avukat Hayriye Kara ise karar hakkında şöyle konuştu:
“Genel olarak nefret cinayetlerinde ‘ters ilişki teklif etti, bu nedenle tahrik oldum, öldürdüm’ gibi savunmalar yapılıyor. Buradan bakarsak ters ilişki teklif etmek haksız bir fiil oluyor.
“Haberde geçen ise takdiri indirimdir. Burada hakimin takdir yetkisi daha geniştir. Kararı görmediğim için hakimin dayandığı nedenler hakkında yorum yapamıyorum. Ancak uygulamanın takdir yetkisine kalan durumlarda, daha önce de şahit olduğumuz gibi, LGBT bireylerin aleyhine sonuçlar oluşabiliyor.”
TCK madde 62; Takdiri indirim nedenleri
MADDE 62. – (1) Fail yararına cezayı hafifletecek takdiri nedenlerin varlığı hâlinde, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine, müebbet hapis; müebbet hapis cezası yerine, yirmibeş yıl hapis cezası verilir. Diğer cezaların beşte birine kadarı indirilir.
(2) Takdiri indirim nedeni olarak, failin geçmişi, sosyal ilişkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışları, cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkileri gibi hususlar göz önünde bulundurulabilir. Takdiri indirim nedenleri kararda gösterilir.



4 Aralık 2014 Perşembe

Evlat sevgisi cinselliğin üstünde;

İki babası olan Milo, tesadüfen Gay Pride gününde (Eşcinsel Onur Günü) dünyaya geldi. O dokunaklı an, objektife böyle yansıdı.


İlk kez baba olan BJ Barone ve Frankie Nelson, oğulları Milo'yu Gay Pride gününde kucaklarına aldılar. Kanadalı fotoğrafçı Lindsay Foster, bu dokunaklı anı ölümsüzleştirdi. İki baba çocuklarını gördüğü ilk anda ağlamaya başladı. Fotoğrafçı Foster Facebook sayfasına, "Onlar da her ebeveynin hissettiği duyguları sonuna kadar yaşadı" diye yazdı. Çiftle uzun süre vakit geçirdiğini belirten Foster, "İkisinin de bebek sahibi olmaya son derece hazır olduğunu gözlemledim" ifadesini kullandı.

Olumlu olumsuz tüm yorumlara saygı duyduklarını söyleyen çift, "Yaşadığımız son derece saf bir aşk ve kucaklamadır. Milo koşulsuz sevgiyle büyütülecek. Hayatta birçok farklı aile ve insan tipi olduğunu bilerek ve bunu kabullenerek... Toleransı olmayan insanlar da dahil! Aşkın rengi, cinsi ve cinsiyeti yoktur. Aşk koşulsuzdur" diye yazdı.

24 Kasım 2014 Pazartesi

23 Ülkede Eşcinselliğe İdam Cezası Var...

İslam Konferansı Örgütü'ne üye, 57 ülke arasından seçilmiş 33 ülkenin yalnızca altısında eşcinsellik yasal; 4 ülkede durum belirsiz.
Kaos GL tarafından yayınlanan rapora göre, İslam Konferansı Örgütü'ne üye ülkelerde eşcinsellerin yasal durumları hiç de iç açıcı değil.
23 ülkedeyse, eşcinsellik idam, hapis, para, kırbaç veya sopa cezası ile cezalandırılıyor.
Afganistan, Endonezya, Irak ve Ürdün 'deki durumun belirsiz olduğu ve eşcinsellerin yasal durumlarında bir iyileşme olacağına ilişkin herhangi bir umut olmadığı gözleniyor.
Arnavutluk, Azerbaycan, Bosna Hersek ve Türkiye gibi eşcinselliğin yasal olduğu ülkelerdeki iyileşmeler, Avrupa Konseyi'ne üye olunmasıyla açıklanıyor.
Rapora göre, Avrupa'daki ülkelerle girilen yoğun ilişkinin eşcinsel hakları üzerinde olumlu etkisi var. Eşcinselliğin yasal olduğu diğer iki ülke de Kazakistan ve Kırgızistan.
Ülke ülke eşcinsellerin yasal durumu
Rapora göre, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 33 ülkede, eşcinsellerin yasal durumu şöyle:
Afganistan: Yasadışı (Belirsiz). Taliban döneminde idam ile cezalandırılan eşcinselliğin 2005 yılı itibari ile yasal konumu belirsizliğini korumakta. Ama bu konuda herhangi bir olumlu gelişme olması beklenmiyor.
Arnavutluk: Yasal. Komünist rejim döneminde eşcinselliğe hapis cezası öngören Arnavutluk Ceza Yasası 20 Ocak 1995'te değiştirilerek eşcinselliği suç olmaktan çıkardı.
Azerbaycan: Yasal. Azerbaycan Mayıs 2000'de eşcinsel eylemleri suç olmaktan çıkarttı.
Bahreyn: Yasadışı. Hapis cezası. Eşcinselliğe 10 yıla kadar hapis cezası öngörülmekte.
Bangladeş: Yasadışı. Hapis cezası. Bangladeş Ceza Yasası'nın 377 nolu maddesi eşcinsel eylemlerde bulunanlara 10 yıl ile ömür boyu hapis cezası öngörüyor.
Birleşik Arap Emirlikleri: Yasadışı. İdam veya hapis cezası. 7 farklı emirlikten oluşan Birleşik Arap Emirlikleri'nde hem federal ceza yasası hem de Dubai, Abu Zabi, Ras al-Haima ve Sarga Emirlikleri'nin yerel ceza yasaları eşcinselliği suç olarak kabul etmektedir. Federal yasa eşcinselliğin idam ile cezalandırılmasını öngörürken yerel emirlikler farklı cezalar öngörmektedir. Eşcinsellik Abu Zhabi Emirliği yerel ceza yasasında 14 yıl hapis ile, Dubai Ceza Yasası'nda 10 yıl hapis ile cezalandırırken diğer iki emirlikte değişen hapis cezaları öngörülmektedir. Eşcinsel ilişki sırasında yakalanan bir şahısın yerel veya federal ceza yasaları bağlamında yargılanıp yargılanmayacağı başsavcının vereceği karara bağlıdır.
Bosna-Hersek: Yasal. 28 Kasım 1998'de kabul edilen yeni ceza yasası eşcinselliğe referans vermemektedir.
Cezayir: Yasadışı. Hapis ve Para Cezası. 19 Haziran 1984'de güncellenen Cezayir Ceza Yasası'nın 388 nolu maddesi eşcinselliğe 2 ay ile 1 yıl arası hapis cezası ile 500 ila 2000 Dinar para cezası öngörüyor.
Endonezya: Belirsiz. Her ne kadar 2004 yılı itibari ile Endonezya Ceza Yasası'nda eşcinsellik ile ilgili bir madde bulunmasa da Adalet Bakanlığı'nın eşcinselliği cezalandırmak için çalışmalarda bulunduğu bildirildi.
Fas: Yasadışı. Hapis ve Para Cezası. Fas Ceza Yasası'nın 489 nolu maddesi eşcinselliğe 3 yıla kadar hapis cezası ve 1000 dirhem para cezası öngörüyor.
Filistin: Yasadışı. Hapis Cezası. Filistin Yönetimi'ne bağlı güvenlik güçlerinin yakalanan eşcinsellere işkence yapması ve hapis cezasına çarptırması çok yaygın olduğu ve aileleri tarafından bu nedenle öldürülmelerinin olağan karşılandığı birçok uluslararası insan hakları raporunda belirtilmekte.
Irak: Belirsiz ama yasadışı olarak kabul ediliyor. Her ne kadar Saddam Hüseyin döneminde 1969 yılında kabul edilen ceza yasası eşcinsellikten bahsetmese de, 2001 yılında Irak Devrim Muhafızları Konseyi'nin aldığı karar ile eşcinselliğin idam ile cezalandırılmasına karar verildi. Saddam Hüseyin'den sonraki yeni dönemde eşcinselliğin yasal durumu belirsizliğini korumaya devam etmesine rağmen bu konuda herhangi bir olumlu gelişme beklenmiyor.
İran: Yasadışı. İdam veya kırbaç cezası. 1991 yılında gözden geçirilen İran İslam Ceza Yasası eşcinselliği dört kategoride değerlendiriyor:
1. Erkek Eşcinselliği (Anal İlişki): Eğer eşcinsel eylem anal ilişki ile gerçekleşiyorsa yetişkinlere ceza idam olarak veriliyor. Eğer yetişkin değillerse 74 kırbaç ile cezalandırılıyorlar.
2. Tafhiz (yani birbirine sürtünerek eşcinsellik ilişkide bulunmak) 100 kırbaç ile cezalandırılıyor. Eğer aynı şahıs bu eylemi dört kez gerçekleştirirse idam ediliyor. Eğer iki erkek aynı örtü altında çıplak yatarlarsa cezaları 99 kırbaç olarak eğer birbirlerini şehvet ile öperlerse 60 kırbaç ile cezalandırılıyor.
3. Lezbiyenizm: İki yetişkin arasında lezbiyen ilişki gerçekleşmesi halinde ceza 100 kırbaç olarak veriliyor. Eğer aynı şahıs bu eylemi dört kez gerçekleştirirse idam ediliyor.
4. Gayrimüslimler de Müslümanlar ile aynı cezai yaptırımlara tabidirler.
Katar: Yasadışı. Hapis veya kırbaç cezası.1971 yılında yürürlüğe giren Ceza Yasası eşcinselliği 5 yıla kadar hapis ve kırbaç ile cezalandırıyor.
Kazakistan: Yasal. Kazakistan'da 1997 yılında eşcinsel eylemler suç olmaktan çıkarıldı.
Kırgızistan: Yasal. Uluslararası Af Örgütü'nün bildirdiğine göre, Kırgızistan, 1 Ocak 1998 tarihinde kabul ettiği yasa ile, eşcinsel seksi yasallaştıran dokuzuncu eski Sovyet Cumhuriyeti oldu.
Kuveyt: Yasadışı. Hapis cezası var. Eşcinselliğe 7 yıla kadar hapis cezası öngörülmekte.
Libya: Yasadışı.Hapis cezası. Libya Ceza Yasası'nın 407(4) nolu maddesi eşcinselliğe 3 ile 5 yıla kadar hapis cezası hapis cezası öngörmektedir.
Lübnan: Yasadışı. Hapis cezası veriliyor. Lübnan Ceza Yasası'nın 534 nolu maddesi eşcinselliğe 1 yıla kadar hapis cezası öngörüyor.
Malezya: Yasadışı. Hapis, para veya sopa cezası uygulanıyor. Malezya Ceza Yasası'nın 377 no'lu bölümü eşcinselliği 20 yıla kadar hapis, para ve sopa ile cezalandırılmasını öngörüyor.
Mısır: Yasadışı.Hapis cezası var. Her ne kadar yasalarda direkt bir referans olmasa da eşcinsellik yasadışı olarak kabul ediliyor. 1 Mart 2004'de İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün yayınladığı rapora göre, Mısır yönetimi eşcinsel ilişkiye giren bireyleri tutuklamaya ve onlara sistematik işkence yapmaya devam ediyor.
Nijerya: Yasadışı. İdam cezası. Laik yasa sisteminin geçerli olduğu eyaletlerde Nijerya Ceza Yasası'nın 42. bölümü eşcinselliğe 14 yıl hapis cezası öngörüyor. Şeriat hükümlerinin geçerli olduğu eyaletlerde ise eşcinselliğe taşlanma yolu ile idam cezası veriliyor.
Umman: Yasadışı. Hapis cezası. Eşcinselliğe 1 yıla kadar hapis cezası öngörülmekte.
Özbekistan: Yasadışı. Hapis cezası. Özbekistan ceza yasasının 120 nolu maddesine göre erkekler arası eşcinsel ilişki halen suç teşkil etmektedir ve üç yıla kadar hapis cezası öngörülmektedir. Adı geçen maddede kadınlara yönelik herhangi bir referans yoktur.
Pakistan: Yasadışı. İdam, kırbaç veya hapis cezası. Zamanında laik sayılacak yasalara sahip olan Pakistan'da 1990 yılında şeriat hükümleri geçerli kabul edildi. Buna göre eşcinsellik duruma göre iki yıl hapis cezası, 100 kırbaç veya idam ile cezalandırılıyor.
Sudan: Yasadışı. İdam, sopa veya hapis cezası. 2005 yılına gelindiğinde Hıristiyan azınlığın halen katliamlara ve zoraki sürgünlere tabi tutulduğu Sudan'da iktidarı darbe ile ele geçiren ordu 1985 yılında şeriat hükümlerini yürürlüğe koydu. Buna göre eşcinsellik hapis, sopa veya idam ile cezalandırılıyor.
Suriye: Yasadışı. Hapis cezası var. Eşcinselliğe 1 yıla kadar hapis cezası öngörülmekte.
Suudi Arabistan: Yasadışı. İdam, kırbaç veya hapis cezası. Şeriat hükümlerinin geçerli olduğu ve eşcinselliğin yasa dışı olduğu Suudi Arabistan'da yakalananlar hapis, ömür boyu hapis veya idam edilerek cezalandırılıyor.
Tacikistan: Yasadışı. Hapis cezası. Madde 125.1'e göre erkekler arası eşcinsel ilişki halen suç teşkil etmektedir. Adı geçen maddede kadınlara yönelik herhangi bir referans yoktur. Eskiden yetişkin erkekler arasındaki eşcinsel ilişkiye idam cezası verilirken Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra değiştirilen ceza yasalarına göre 25 yıla kadar hapis öngörülmektedir.
Türkiye: Yasal. Eşcinsel eylemleri cezalandıran hiçbir cezai hüküm yoktur.
Türkmenistan: Yasadışı. Hapis cezası. Madde 126.1'e göre erkekler arası homoseksüel ilişki halen suç teşkil etmektedir. Uluslararası gözlemciler bu maddenin halen yürürlükte olup olmadığını tespit edememişlerdir.
Ürdün: Belirsiz. 1951 yılında kabul edilen ceza yasasında eşcinsellikten bahsedilmemesine karşın uygulamada eşcinselliğin herhangi bir yaptırıma uğrayıp uğramadığı belirsizdir.
Yemen: Yasadışı. İdam veya hapis cezası. Eşcinsellik hapis veya idam ile cezalandırılmakta.

4 Kasım 2014 Salı

Gökkuşağı filmleri;

Geçtiğimiz ay düzenlediğimiz LGBT temalı kısa film etkinliğimizin ardından bu temayı özel dosyalarımıza taşıyarak ikinci bir adım atmak istedik. Nitekim sinema tarihindeki eşcinsel ve transseksüel karakterleri anımsamak adına son dönemin en çok beğenilen yapımlarından La vie d’Adele gibi ikinci bir neden daha vardı önümüzde. LGBT odaklı filmleriyle öne çıkan Pedro Almodovar, Gus Van Sant, Rainer Werner Fassbinder, Ferzan Özpetek ve Xavier Dolan gibi yönetmenlerin filmleri başucu kaynağımız oldu haliyle.
Her zamanki gibi her yönetmenin filmografisinden yalnızca bir filmi dosyaya dahil ettiğimiz çalışmanın LGBT temasının dikkate değer örneklerini bir araya getirdiğini umuyor, keyifli okumalar diliyoruz.

A Single Man (Tom Ford, 2009)

Toplumsal korkuların duvarları aşılmaz tabular yarattığını ve bu duvarların arasında sıkışan bireylerin hüznünü yansıtan A Single Man, moda dünyasının tanınan ismi Tom Ford tarafından hayata geçirilmiş bir film.
Bir akademisyen olan George, kaybettiği sevgilisi Jim’in acısıyla depresyona girmiştir. Fakat tuttuğu yas, sadece kişisel bir yas değildir, aynı zamanda 1960’ların Los Angeles’ında iki erkeğin birbirine âşık olmasını engelleyen, imkansız kılan bir toplumun da yasıdır. George her sabah aynaya bakar ve “Hadi şu günden kurtul gitsin!” der. Sürekli kendisini teğet geçen aşkı ve onun erişilmezliğini hissettikçe daha da kahrolur.
Tom Ford, moda dünyasında olduğu gibi A Single Man’de de hayli ‘şık’ bir yapıma imza atıyor. Işık, renk skalası, seçilen kostümler, 60’ları yansıtan onca detay, oyunculukların yönetimi… Kısacası her ayrıntı hüzünlü bir şiiri oluşturan nüvelere dönüşüyor. İçinde birçok unutulmaz an barından film, lgbt temasını daha önce eşi benzeri görülmemiş bir özen ve derinlikle yansıtarak saygıyı ve izlenmeyi hak ediyor.

Ausente (Absent, Marco Berger, 2011)
Çektiği filmlerle hatırı sayılır bir kitlenin takip ettiği yönetmenler arasında giren Arjantinli Marco Berger, birbirine yakınlaşmaya çalışırken duygular ve korkular arasında bocalayan iki erkeği konu ediniyor bu filminde. Hastalanan öğrencisini kalacak yeri olmadığı için kendi evinde misafir eden bir yüzme hocasının yaşadığı duygusal gerilim filmin kilit noktasını oluşturuyor.
Diğer filmlerinden farklı olarak korku duygusunu öne çıkarmayı tercih eden Berger’in, özellikle kara filmlere öykündüğü gözleniyor. Müzik ve kamera kullanımından faydalanarak sıradan sayılabilecek bir aşk hikayesini, başka bir janrın kalıplarında yapı bozumuna uğratan yönetmenin, karakterlerinin toplumsal normlardan duydukları korkuyu bir korku unsuru olarak kimlikleştirmesi oldukça çarpıcı bir detay. Hatırlanacağı üzere film 2011 yılında Berlin Film Festivali’nde LGBT sineması örneklerine verilen Teddy ödülünü kazanmıştı.

Boys Don’t Cry (Kimberly Peirce, 1999)
Kendisini asla bir kız olarak tanımlamayan Teena Brandon, dışlanmaktan kaçar, Falls City’ye gelir, yeni bir arkadaş grubuna girer, âşık olur. Sevgilisi o gruptan John’un hala sevdiği “ex”idir. John sabıkalıdır, sinirlidir. Brandon Teena’nın da aslında Teena Brandon olduğunu öğrenir…
Boys Don’t Cry, ana akım ABD filmlerinin pek azı Amerikan taşrasının haşin ve acımasız yüzünü gözler önüne serer. Onca maskülen kahramanlık hikayesi, canavarlar, robotlar, özel efekt dolu kurgular arasında cinsiyetçi, şiddet yanlısı, ezici ABD kırsalı filmleri, “Dünyaya sürekli yalan söyleyemeyiz” der gibidir. ABD dış politikalarına herkes az çok hakimdir. Fakat bağrının ta içini, oradaki özgürleşme ve varoluş mücadelesini çok görme şansımız yoktur. Tesadüf müdür bilinmez, Charlize Theron, Halle Berry ya da Hillary Swank, hep buna ayna tutan filmlerde canlandırdıkları rollerle akademi ödülünü almışlardır.
Swank ve Oscar daha çok “Million Dollar Baby” ile bilinir ama aldığı ilk akademi ödülü “Boys Don’t Cry” daki Brandon Teena rolüne dair. Gerçek bir hikayeyi, gerçeğine olabildiğince sadık kalarak anlatan film, bir ‘bağımsız film’ olarak anılmakla birlikte başrollerinde Hillary Swan’ın yanı sıra Chloe Sevigny gibi popüler oyuncuların da olduğu, Oscar yarışında “En iyi kadın oyuncu” klasmanında yer almış bir yapıt.

Brokeback Mountain (Ang Lee, 2005)
1963 yazında iki kovboy çobanlık yapmak için dağa çıkar. Kovboyların dostluklarının başlangıcı gergin ve tatsız olsa da zamanla aralarında ummadıkları bir aşk başlar ve on yıllara yayılır…
Çin sinemasının önde gelen isimlerinden Ang Lee’nin yönettiği Brokeback Mountain, gösterime girdiğinde dikkatleri üzerine çekmişti. Bunun sebebi büyük bütçeli cesur bir lgbt filmi olması değildi sadece şüphesiz. Ang Lee’nin konuyu tıpkı bir vakitler Denis Hooper’ın Easy Rider’da ele aldığı gibi Amerikan kırsalındaki ötekileşme, tabu dışına taşma temalarını andıran bir stille öyküyü işlemesi de filmin gördüğü ilgiyi besleyen bir faktördü. Öte yandan sinemanın ilk keşfedildiği günden beri Amerikan ve dünya kamuoyunda mitleşen ‘kovboy’ imgesinin bir eşcinsel olmasını da dikkate almak gerek. Malum, ‘kovboy’ figürü ataerkil bir düşüncenin, güçlü ve yenilmez erkeğin göstergelerinden biri olarak kabul edilirken Brokeback Mountain, bu kalıbı ters yüz ederek iki kovboyun birbirine aşık olması ekseninde işliyor öyküsünü.
Güzel bir aşk yaşandıktan sonra kovboyların kendi yollarına gitmesi, heteroseksüel bir kimlikle kendi hayatlarını kurması ve sürekli birbirlerine erişememenin, toplumun çizdiği keskin sınırları aşamamanın acısını tadıyorlar. Merhum Heath Ledger’ın, Joker rolüyle birlikte en iyi performansını sergilediği ve elbette Jake Gyllenhaal’ın da altta kalmadan ona eşlik ettiği film, gerek yapıbozucu hikayesiyle, gerekse Ang Lee’nin yönetmenlikteki stil sahibi maharetiyle 2005 senesinin kalbur üstü filmlerinden olmuştu.

Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (Atıf Yılmaz, 1993)
Başrollerinde o dönemin belki de en yetenekli iki gencini barındıran film bizim hatırladığımızdan ya da hatırlamak istediğimizden başka, karamsar ve kirli bir 90’lar atmosferi barındırır. Hayat kadınlarının, transseksüellerin ve daha nicesinin kol gezindiği Beyoğlu’nun arka sokaklarında geçen filmde, birbirine hem çok benzeyen hem de hiç benzemeyen dört insanın tesadüfler sonucunda bir araya gelişleri ve mutsuzluklarla örülen yaşamlarına tutunma çabaları anlatılır.
Atıf Yılmaz’ın son yapımları arasında olan Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’ın senaristliğini Yıldırım Türker, sanat yönetmenliğini ise Mete Özgencil üstlenmiştir. Yönetmenin duyarlı bakışının, hüznü başka bir dünyada yorumlayan bu iki sanatçıyla bir araya gelişi gerçekten görülmeye değerdir. Melek rolünde izlediğimiz Deniz Türkali’nin müthiş performansı da en az filmin kendisi kadar gerçekçi, cesur ve değerlidir. Yeraltı edebiyatına mensup, kıyıda kalmış karanlık bir aşk şiiri gibidir bu film.

Kinsey (Bill Condon, 2004)
ABD’li biyoloji profesörü Alfred Kinsey’in cinsellik üzerine yaptığı çalışmalar süresince elde ettiği başarılar ve karşılaştığı zorluklar konu edinilir. Flasbackler eşliğinde ilerleyen filmde, Profesör Kinsey’in muhafazakar babası ile çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki ilişkisi ve bu ilişkinin Kinsey’in karakteri ve seçimleri üzerindeki etkileri anlatılır. Bir iktidar ilişkisi olarak ahlak bekçiliğine soyunan baba figürü, toplumun cinselliğe dair ikiyüzlü bakış açısını simgeler.
Erkeklere karşı cinsel dürtüler beslediği gençlik yıllarında ortaya çıksa da kendini dizginleyen Kinsey mutlu bir evlilik yapar ve üç çocuğu olur. Ancak bir gece erkek öğrencisi ile yaşadıkları kendine dahi itiraf edemediği gerçeği ortaya çıkartır. Kinsey bu durumu bilim ile doğrulamaya çalışsa da filmin genelinde, cinselliğin yalnızca bilim ile açıklanamayacak katman ve derinlikte olduğuna ve duyguları göz ardı etmememiz gerektiğine dair dipten bir düşünce akar. Cinselliğimizin doğamızdan kaynaklandığını ve bize ait olduğunu hissetsek de cinselliğin, toplumsal kurallar ağı ile sürekli yeniden kurulduğu ve denetim altında tutulduğu fikrine öne çıkaran Kinsey’in savunduğu bu fikirler, o dönem için oldukça radikal ve cinsel devrim için ilham vericidir.

Kiss of the Spider Woman (Hector Babenco,1985)
1985 yılında Brezilyalı yönetmen Hector Babenco tarafından çekilmiş olan bu film, Arjantin’in önemli yazarlarından Manuel Puig’in aynı adlı romanından uyarlanmıştır.
Hem yetmişli yıllarda Güney Amerika’da yaşanan faşizme dair, hem de faşizm kavramının bildiğimiz ve zaman zaman da fark edemediğimiz tüm çehrelerine dair çarpıcı bir hikâye anlatan Kiss of the Spider Woman‘de kahramanlarımız, sekiz on metrekarelik bir hapishane hücresinde birlikte olmak ve birbirlerini tanımak zorunda kalan Marksist devrimci Valentin ile eşcinsel Molina’dır.
Molina’nın masallar anlatan bir kraliçeye benzemesi, Valentin’in eşitlikten yana bir devrimci olmasına rağmen ona karşı beslediği önyargı, Molina’nın tüm kalbiye Valentin’in yanında durarak ona tüm beter anlarda destek çıkması ve giderek Valentin’in önyargılarının yerle bir oluşuyla aralarında tanımlanması zor bir bağ kurulması müthiş bir dokunaklılığa sahiptir.
Aşkı, dostluğu, yol arkadaşlığını, hürriyete duyulan özlemi bir de Valentin ve Molina’nın gözünden görmek, muhakkâk ki bir zenginleşme biçimidir.

La mala educacion (Bad Education, Pedro Almodovar, 2004)
Filmlerinde eşcinsel ve transseksüel karakterlere sıkça yer veren Almodovar’ın filmografisinde hüzünlü ve karanlık tonuyla ayrışan La Mala Educacion, disiplinli bir din okulunda eğitim görürken cinselliği ve aşkı keşfeden iki erkek çocuğunun yıllar sonra bir araya gelmesiyle yapar açılışını. Sonrasında flashback’ler ve ara hikayeler aracılığıyla karmaşık bir yapıya bürünen film kendini ifşa ettikçe izleyiciyi şaşırtıcı bir dramatik yapıyla karşılaştırır.
Hikayesinin dinamiklerini ve suçlu masum rollerini devamlı olarak değiştiren yönetmen bu komplike kurguyu her nasılsa takip etmesi ve anlaması son derece kolay bir şekilde sunuyor. Yer yer izleyiciyi ikna etmesi güç dolambaçlardan dönen filmi düzlüğü çıkaran, mutlu sona bağlanmasını beklediğimiz her kırılma anının hayal kırıklığıyla son bulmasıyla mümkün oluyor. Filmin ulaştığı sahicilik duygusunun sırrı da yine bu hayal kırıklıklarında yatıyor.

Le Fate Ignoranti (Cahil Periler, Ferzan Özpetek, 2001)
Yaktım gemilerimi dönüş yok artık geri / Tak etti canıma bu maskeli balo / Bu maskeli balo ve onların sahte yüzleri
Murathan Mungan’ın dizeleri zamansız ve mekansız. Dünya durdukça her toplumda, her dönemde güvenli ve konforlu yaşamını başarıyla sürdürürken ikinci bir hayata sahip evli adamlar olacak. Hatta ilkinde mutlu da olsa bu gizli yaşamında maskesiz, bir nebze daha rahat, belki de daha bir kendisi olacak.
Fakat bu iki paralel evrenin birbirine şahit olma olasılığı ne? Boyutlar arasında geçiş ne kadar sık yaşanır?
Bazen bir tesadüf olur. Le Fate Ignoranti’de olduğu gibi koca ölüverir mesela. “Önce resimleri duvardan kaldırdım” derken, resmin arkasında bir not görür üzgün Antonia, peşine düşer. Bambaşka bir hayatı fark etmekle kalmaz, buna doğru bir yolculuk da yapabilir. Mümkün. Birçok çevre tarafından “tuhaf yaşam formları” gibi yorumlanan insanlar arasındaki sevgiye ve dayanışmaya da şahit olabilir, ölmüş kocasıyla kurduğu düzen kapının ardını gördükten sonra kendisine çok anlamsız gibi görünebilir.
Ferzan Özpetek biraz da kendisini anlatıyor Le Fate Ignoranti’de. Arkadaşlarıyla birlikte sürdürdüğü apartman yaşantısı, bereketli bir masa etrafında keyif dolu sohbetler, vazgeçilmezi Serra Yılmaz, en mahreminden ölüm korkusuna kadar Le Fate Ignoranti’de Ferzan Özpetek’ten fazlasıyla var. Aslolanın korkular ya da kurulu düzenler değil, her daim sevgi olduğu mesajı da.

Les Amour Imaginaires (Heartbeats, Xavier Dolan, 2010)
Hayatımıza pek çok insan girer ve çıkar. Bunların arasında öyleleri vardır ki geldiği an zamanı yavaşlatır, bütün koşturmacamızı siler, döner ve ona kilitleniriz. Merak uyandırır, her şeyini bilmek isteriz. Sonra ilgimiz duygulara dönüşür. Yaşadığımız her dakikaya o duygular karışır. Zamanımızın da içine sızar ve suya atılan taşın halkaları gibi içimizde büyümeye başlar. O kadar büyür ki başka kimseye, hiçbir şeye yer kalmaz. Araya girenlereyse tepkimiz sert olur, isterse en yakınımız olsun. Onun ilgisini kimseyle paylaşamayız. Konuştuğu her kelimeyi on katıyla bedenimizde hissederiz. Yaşattıkları bizi delirtmesin diye ya daha çok içeriz sigarayı ya da tırnaklarımızı yeriz.
Sevmenin de ötesinde bir tutkuyla bağlanırız ona. Öyle bir dans eder ki önümüzde, “o ne danstır öyle*”, darmadağın oluruz. Öpüşmek, sevişmek de değildir derdimiz. Çünkü o hayatımızda çok daha büyük bir boşluğu doldurur: Duygusal boşluğu. Ancak ona yüklediğimiz anlam o kadar yoğundur ki bunu kaldıramaz ve her şey tepetaklak olur. Zaten o hiçbir zaman “öyle” demek istememiştir. Çünkü hiçbir zaman “öyle” bir insan olmamıştır. Ve asla “yalnızca bizi” sevmemiştir. Hazmetmemizin güç olduğu zamanları atlattıktan sonra “şimdi ne olacak?” diye beklerken acaba daha mı dikkatliyizdir yoksa yeni hatalara kendimizi hazırlar mıyız sanki her şey hayalden ibaretmişçesine? Bir göz kırpmaya bakar cevabı.
*Filmin “şimşekli” dans sahnesinde çalan The Knife’ın ‘Pass This On’ şarkısının sözlerinden bir kısım)

Milk (Gus Van Sant, 2008)
Amerika’nın eşcinsel olduğunu saklamadan bir devlet kadrosunda üst düzey yöneticiliğe seçilen ilk politikacısı olan Harvey Milk’in gerçek yaşam öyküsüne dayanan Milk son yılların en başarılı biyografik çalışmalarından biri olarak haklı bir üne sahip.
Eşcinsel yaşamları yok sayan ve baskı altında tutan 70’ler Amerikası’nda haklarını savunmak bir tarafa dile getirmekten yoksun insanların öncülüğünü yapan Harvey Milk’in hukukla ve toplumla verdiği mücadelenin hikayesi, eşcinsel haklarının bugünkü küresel durumu da göz önüne alındığında fazlasıyla kıymetli. Bu bakımdan sinemanın “bir hikaye anlatma” amacının bu filmde, önyargıların kolaycı musallat olduğu farklı yaşam şekillerinin doğru ifade edilebilmesi açısından misyoner bir özellik kazandığını söylemek mümkün.
Gösterime girdiği yıl birçok önemli ödül elde eden film, En İyi Özgün Senaryo dalında yazarı Dustin Lance Black’e, En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde ise Harvey Milk’i canlandıran Sean Penn’e ödül getirmişti.

Querelle (Rainer Werner Fassbinder, 1982)
Jean Genet’in romanından uyarlanan Querelle, eşcinsel bir adamın barda başlayan tuhaf ilişkisini anlatır. Fakat yönetmen koltuğunda eğer Rainer Werner Fassbinder oturuyorsa acının, göz yaşının ve sürreal dilin varlığı kaçınılmaz oluyor.
Fassbinder, izleyiciyi gerçeklikten uzaklaştırıp formalist dille tasarladığı mekanlarda sürreal bir atmosfer yaratıyor. Fetişizmin ve tutkunun şiddetle örtüştüğü, aşkın bir yıkım olduğu filmde, eşcinsellik aynı zamanda farklı bir izlek olarak da vücut buluyor. Fassbinder’ın son filmi olan ve kendisi öldükten sonra vizyona giren Querelle, set tasarımlarındaki semboller, neon ışık kullanımları ve fetiş kostümlerle bir zihnin bilinçaltında gezinen ayrıksı bir yapım.
Filmin esas gücü ise merkezindeki ironiden kaynaklanıyor, dogmatik normlara bağlı toplumların gözündeki eşcinsellik kimliğini, eşcinsel bireylerin dünyasını absürdleştirerek bir nevi kara mizah yapıyor. Hikayeyi de Freud’un sözlüğünden ilerletip her neseneyi, her şeyi erkeklerin dünyasındaki cinsel etkileşim fikrine dayandırıyor.
Sanırım Querelle için kült bir film demek abartı olmaz.

The Rocky Horror Picture Show (Jim Sherman, 1975)
1975 yılında, Jim Sharman’ın yaptığı tatlılı ekşili, mavrası bol, gezegenlerüstü bir rock müzikali olan bu film, yağmurlu bir gecede yanlış yola sapan ve yardım istemek için en yakındaki şatoya gitmeye mecbur kalan çiftimiz Janet ve Brad’in başına gelenleri anlatıyor. Janet ve Brad, hiç bir aşırılığı olmayan, klâsik, beyaz, mutaasıp bir çifttir. Henüz nişanlanmayan ikili, normal hayatlarını, onlara biçilen toplumsal rollerle geçirmektedirler. Oysa yardım istemek üzere girdikleri şato, Transilvanya Gezegeni’nin harikulâde maestrosu, billur travesti Dr. Frank N Furter’in şatosudur ve tam da o gece kendi icâdı, ev yapımı aşk makinası Rocky Horror’u canlandırıp konuklarına tanıştıracağı gecedir.
Janet ve Brad, bu zamana dek ezber ettikleri her şeyin deforme olacağı o meşum gecede, önce kıyafetlerinden ve sonra giderek tüm ahlaki takıntılarından kurtulacaklardır.
The Rocky Horror Picture Show, tüm sevimliliği ve seksiliğiyle bütün bir normalliğe laf sokuyor gece boyu. Dansları, şarkıları, kostümleri, efsane performansları ve kalın dudaklı bir çuvaldıza benzemesi nedeniyle “Öteki İşler”in baştacı olanları arasında yaklaşık kırk senedir ısrarla sayılıyor ve elbet sayılmaya devam edecek. Ahlaksızca, çok eğlenin!

Tomboy (Celine Sciamma, 2011)
Renklerinin yumuşaklığı ve göz okşayıcılığı ile, hikayesinin naifliği ile, izleyiciye verdiği tuhaf, buruk ve aynı zamanda güzel hiselerle Tomboy bir gökkuşağı filmi.
Yeni bir semte taşınan Mikhael, yeni arkadaşlıklar, yeni çevreler edinmeye başlar. Kendisinden hoşlanan bir kıza karşılık bile verir. Ne var ki Mikhael’in bir sırrı vardır ve hem ailesi, hem de çevresi tarafından keşfedilmemesi için elinden geleni yapar.
Fransız yönetmen Celine Sciamma, altından kalkması zor bir projeyi alnının akıyla tamamlıyor. Film nispeten düşük bir bütçeyle, oyuncularıyla ve sade diliyle oldukça mütevazı. Fakat zorluk da burada yatıyor. Oyuncu kadrosunun çoğuluğunu oluşturan çocukların yönetimi, inandırıcılığı ve dengeli bir seyir izlemesi gerçekten çok zor bir iş ve Sciamma bunu başarmış. Özellikle Mikhael’i canlandıran Zoe Heran’ın yeteneği göz ardı edilecek gibi değil.
Küçük bir çocuğun kimlik ve cinsiyet karmaşasını oldukça gerçekçi bir dille anlatan Tomboy, beylik laflar söylemekten, genel geçer yargılara varmaktan, kıssadan hisse’ci bir tavır sergilemekten itina ile kaçınıyor. Sonuçta da göz dolduran bir cinsel kimlik çatışmasını yalın ve derin bir şekilde görsele taşıyarak takdiri hakediyor.

Transamerika (Ducan Tucker, 2005)
Amerika Psikiyatri Birliği, cinsiyet değiştirmek isteyen insanları davranış bozukluğuna sahip ve cinsiyet uyumsuzluğu olan hastalar olarak damgalamaktadır. Öyle ki bir insanın kendini nasıl hissettiği önemsenmeden, resmi olarak cinsiyet değişimi operasyonu ancak bu birliğin onayı ile mümkündür. Bree bu onayı alabilmek için çok mücadele eder ve sonunda resmi olarak ameliyat olmayı “hak eder”. Ancak aynı gün New York hapishanesinden gelen telefonla hayatı hiç beklemediği şekilde değişir. Bree’nin yıllardır varlığından haberdar olmadığı bir oğlu ortaya çıkar. Oğlunun ise babasının artık transeksüel olduğundan haberi yoktur. Bundan böyle bu iki insanın yolları kesişecek ve birbirlerini tanımaya başlamaları ile küçük sırları su yüzüne çıkacaktır.
İnsan hayatta her şeyden önce kendini yaşama cesaretini göstermelidir, ancak bu her zaman o kadar kolay değildir. Kendini yaşama cesareti yolundaki bu süreçte, gündelik hayatın en sıradan alanındaki zorlu mücadeleden, bedelini canınla ödemeye kadar uzanan geniş bir yelpazede sonuçlar doğabilir. İşte bu filmde de bir transseksüelin kadın olma yolunda verdiği mücadele anlatılsa da filmin ana teması, ancak kendini yaşama cesaretini gösteren insanların kendi hikayesinin kahramanı olabileceği ve bunun her şeye değeceğidir.
Cannes, Berlin, Tribeca gibi birçok uluslararası film festivalinden ödülle dönen 2005 yapımı filmin en dikkat çeken yanı, Altın Küre de dahil olmak üzere bir çok yerde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan Felicity Huffman’ın olağanüstü oyunculuğu. Özellikle filmin sonlarına doğru, hep hayal ettiği şeyi başardığında oluşan bir boşluk hissi ile ağlama sahnesi, filmin en gerçekçi ve etkileyici sahnelerinden biri olarak hafızalardan çıkmayacak türden.

Weekend (Andrew Haigh, 2011)
2011 yılında, Andrew Haigh tarafından çekilen Weekend, İngiltere’nin yüz akı olan bağımsız filmlerden. Weekend, Queer Sineması’nın yıllar içinde dönüştüğü biçimin giderek daha verimli ve klişelerden paçayı kurtarmış olduğunun hâlâ taze olan bir delili adeta.
Statik bir şehirde, kendisine biçilen statik bir hayatın içinde olan Russell, bu durumla barışık yaşamaya kendini alıştırmış, heteroseksüel arkadaşlarının yanında bir şekilde var olmaya çalışan ve bu konuda en yakın arkadaşı Jamie’den büyük destek gören bir eşcinseldir. Bir gece, bir barda tanışıp beraber olduğu Glen’in hayatına girmesi, başlarda göründüğü gibi öylesine bir tek gecelik ilişki olarak kalmayacaktır. Hepi topu bir kaç günlük olan bu ilişkide, Glen’le Russell’ın yalnızca birbirlerini tatmin etmelerine, müthiş bir enerjiyle sevişmelerine değil, uzun sohbetlerine, birbirlerini yavaş yavaş tanımalarına, dünyada varlık göstermeye dair düşüncelerine de tanıklık ederiz.
Uzun tek plânlarıyla, tartıştığı meselelerle, kusursuz aktörleriyle kaçırılmayacak cinsten bir film Weekend.
Yalnız hissedişlerin hangi kılıkta, hangi taşın altından çıkacağı muallak. Etrafımız mayın tarlası gibi. Ama insan, illâ da bir mayına çarpacak değil ya! Hem, vaktimiz dar olsa da.

Eşcinsel çocuğu olan aileler ne yapmalı?;

Çocuğunuz bir eşcinsel ve siz ne yapacağınızı bilmiyorsanız, iyice düşünmeniz ve düşünce sahibi olmanız gerek. Bu yüzden bu sayfaya girmekle en doğru şeyi yaptınız. Ve bu yazıda size elimden geldiği kadar ve sözcüklerin yettiğince bilgi sunmaya çalışacağım.

Öncelikle şunu benimsemelisiniz: Çocuğunuz hasta değil. Çocuğunuzun bulaşıcı ya da ölümcül bir hastalığı yok. Çocuğunuz bir suç işlemedi. Çocuğunuz yasalara karşı gelmedi. Çocuğunuz sadece eşcinsel.

Ayrıca bir insan nasıl kız ya da erkek olabiliyorsa eşcinsel olabilmesi de o kadar doğaldır. (Bu eşcinselliğin ayrı bir cinsiyet olduğu anlamına gelmez.) Yani eşcinselliğin gayet normal, olası ve yanlış bir durum olmadığını kafanıza iyice yerleştirin. Ve unutmayın çocuğunuz tek değil. Türkiyede 7 milyona yakın eşcinselin olduğu tahmin ediliyor.

Kafanızdan; eşcinsel, gay ya da buna benzer cinsel kimlik çeşitlerini duyunca geçen düşünceleri, gördüklerinizi ve ön yargılarınızı silin. Çünkü aklınıza gay denince; sesi kalın, peruk takmış, aşırı derecede makyajlı, kırıtarak yürüyen bir erkek ve pavyonların önünde dolaşan bir erkek ya da transseksüel gelmiş olabilir.

Aslında o, pavyonların önünde müşteri bekleyen insanlar ailelerinden yeterli desteği bulamayan, ailesinden ve diğer çevrelerden dışlanan insanlardır. Dışlanan ve ötekileşen insanlar kabul gürüldükleri, sevildikleri ve güven buldukları ortamlara yönelirler. Ve bu ortamlar çoğunlukla iyi yerler olmayabilir. Şimdi çocuğunuzun yanlış birşey yaptığını ve bu yüzden ona kızdığınızı "Benim böyle bir çocuğum olamaz." dediğinizi düşünün. Sonrada çocuğunuzun böyle bir ortamda sevilmeye çalıştığını... Ne kadar ürkütücü bir manzara geldi değil mi, gözlerinizin önüne?

Şimdi de şöyle düşünün: "Benim çocuğum sadece bir eşcinsel. O kötü birşey yapmıyor. Ben ona yanlış bir muamele yaptığımda kötü yola düşecek ve asıl kötü şeyleri o zaman yapacak." İşte bu mantığı gerçekten ve isteyerek benimsediyseniz çocuğunuz için çok daha iyi bir gelecek hazırlamaya başladınız demektir. Şimdi yapmanız gerek daha fazla bilgiye sahip olmak. Aşağıda ihtiyacınız olan bilgiler bulunmakta.

Eşcinseller Hayatları Boyunca Ne Yaşarlar ve Ne Yaparlar
Eşcinseller kendilerini doğuştan karşı cins gibi hissettiklerinden, karşı cinsle iletişimleri çok daha iyidir. Kendi cinsleriyle iletişim kurmakta çok büyük zorluklar çekerler. Çünkü onlar aslında ruhsal olarak karşı cinsin bir elemanıdırlar. Genelde -özellikle çocuk döneminde ve ergenlikte- sürekli olarak karşı cins gibi davranırlar, onlar gibi konuşurlar. Öyle olmak daha çok hoşlarına gider. Çünkü onlar o cinse aittirler.

Zamanla görünüş ve davranıştaki, normal olmayan farklılıklar toplumun dikkatini çekebilir.
Ki çekecektir de... Sürekli onlara farklılıkları hatırlatılır. Onlarla gülünür. Dalga geçilir. "Biraz erkek ol." gibi baskılar yapılır. Çocuğunuzun içinde bulunduğu durumun dini olarak doğru olmadığı ve günahkar olduğu söylenir. (Aslında yapılan şey günah değil.) Bu sayede çocuğunuzun güven duygusu kaybolur.

Kimi çocuk değişmeye çalışır. Göründüğü cins ne ise o cinsin elemanı gibi davranmaya ve öyle olmaya çalışır. (Ki başarısız olacaktır. Çünkü hiçbir insan isteyerek cinsel kimliğini ve cinsel isteklerini değiştiremez.) Kimi çocuk "Ben buyum" diyecek ve söylenenleri umursamamaya çalışacaktır. Ve neredeyse bu baskılar için bağışıklık! oluşturacaktır. Ancak bağışıklık oluştursa bile kimi çocuklar gibi aileye ya da herhangi bir arkadaşa açılmaya karar verecektir. Ki çoğu eşcinsel açılıyor. İşte burada sizin üstünüze bazı sorumluluklar düşüyor (Bu sorumlulukları en azından çocuğunuzun sağlığı ve geleceği için yerine getiriniz!)

Çocuğum Eşcinsel Ne Yapmalıyım?
Öncelikle bir psikolojik tedavi şart. Eşcinsellik araştırmaları, eşcinsellere yardım ve tedavi uygulayan; ve işini tamamiyle bu iş için yapan psikologlar var. Ve bu psikologların sayısı her geçen gün artmakta. İnternet ortamında bu psikologların iletişim bilgilerine rahatlıkla ulaşabilirsiniz.

Tedavi Sürecinde Neler Var? Psikolog, Çocuğuma Neler Yapacak?
Psikolog öncelikle çocuğunuzun; dışarıdan gelen baskılara karşı üzülmemesini, aldırmamasını, sinirlenmemesini, içini dökmesini sağlayacak. Size durum hakkında bilgi verecek ve size duruma göre ne yapmanız gerektiğiyle ilgili bilgiler verecek. Aynı bilgilerden çocuğunuzunda haberi olacak. Çocuğunuz içini döktükçe ve güven buldukça, kendini anlayan ve seven birilerini gördükçe özgüveni artacaktır. Ve bu durum onun sağlığı için oldukça belirleyici olacaktır.

Tedavi Kesin mi?
Tabiki tedavinin sonucu kesin değil. Tedavinin sonucunda bazı değişimlerin ortaya çıkması, eşcinselin yaşına göre de değişir. Ancak onu psikoloğa götürdükten sonra çocuğunuzda bir değişimin oluşmasını lütfen beklemeyin. Çünkü tedavinin sonucu kesin değil. Tedavi daha çok çevreden gelen baskılara karşı çocuğunuzun ruh sağlığının korumasına yönelik olacak.

Tedavi Alınmaz ve Siz Ona Destek Vermezseniz, Çocuğunuzu Neler Bekliyor?
Tedavi son derece gerekli. Özellikle çocuğunuzun karşı cinsten hoşlanması (Yani bir erkeğin kadınalrdan hoşlanması gibi. Bu durum toplumda normal olarak karşılanıyor.) sağlanabilir. Tabi bu kesin değil. Ancak siz gerekli desteği vermezseniz bu gerçekleşmez.

Çocuğunuzu, sadece, "normal olan" cinse çevirmek için psikolojik tedavi almayın. Çünkü sonunda hayal kırklığına uğrama ihtmaliniz var. Dediğim gibi onu zor bir gelecek bekliyor olabilir. Bu yüzden onun bunlara karşı hazırlıklı ve sağlam olması gerekiyor. Psikolog en çok bunu sağlayacak. Ama unutmayalım ki, psikologdan önce sizin ona verceğiniz destek çok önemldir.

Belkide çocuğunuzun eşcinselliğinden dolayı birçok psikolojik sorunu çıkmış olabilir. Bunlardan bazıları fazla korkular ve güvensizlik olabilir.

Eğer destek vermez ve onu dışlarsanız, onu değişmeye mecbur bırakırsanız ve sıcaklığınızı belli etmezseniz; çocuğunuzun size olan güveni ve bağlılığı yok olur. Özellikle "çok sevdiği annesinin" ( baba veya arkadaşının) kendisine böyle sırt çevirmesi onun için fazlasıyla büyük bir travma yaşamasına yol açacaktır. Bu yüzden yazının geçen bölümlerinde de söylediğim gibi güven bulduğu ve sevildiği ortamlara yönelmek isteyebilir.

Çocuğunuzu kötü yola düşmüş olarak görmek size de büyük acılar verir değil mi? Oysa onun çok büyük hayalleri var. Bu hayalleri gerçekleştirmek için onun, sizin desteğinize ihtiyacı var. Siz ona en doğru ve bilinçli desteği verdiğiniz sürece onun bu hayalleri gerçekleştirmemek için hiçbir sebebi yok? Unutmayın onu iyi bir yola itmek de, kötü yola itmek de sizin elinizde. Bu şansı iyi değerlendirin.

Eşcinsellikle ilgili yaygın yanlışlar, bilimsel doğrular;

21. LGBT Onur Haftası etkinlikleri 4. Trans Onur Yürüyüşü ile 23 Haziran’da başladı. Onur Haftası’nın bu yılki teması, Gezi Parkı’ndan başlayıp tüm ülkeye yayılan sokak isyanlarına atıfla “direniş” oldu. KAOS GL’de 2010 yılında yayımlanan, “Eşcinsellikle ilgili yaygın yanlışlar, bilimsel doğrular” makalesini bilim köşesinden tekrar yayımlıyoruz. Eşcinselliğin “hastalık” olduğunu ve tedavi edilebildiğini öne süren açıklamalara, Homofobiye Karşı Ruh Sağlığı Girişimi’nden Psikiyatr Dr. Koray Başar, Psikolog Mahmut Şefik Nil, Psikiyatr Dr. Seven Kaptan, cevap verdi.
Eşcinsellikle ilgili yaygın yanlışlar, bilimsel doğrular
“Gerektiğinde bilimsel bir yetkiyi kullanarak, gerektiğinde dini hassasiyetleri öne sürerek, gerektiğinde ideolojik kökenlere gönderme yapan zihniyet, sebep olduğu cinayet/ler nedeniyle hiçbir vicdani sorumluluk hissetmediği gibi nefret ve ayrımcılık saçmakta hiçbir sakınca görmemektedir.”
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, 7 Mart 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajında eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk olduğuna inandığını belirterek tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğu beyanında bulunmuştur. Bu beyanla ilgili olarak kamuoyunda yaşanan tartışmalar ve verilen tepkilerin yanı sıra ruh sağlığı ve tıpla ilgili yerel otoriteler kayıtsız kalmamış, karşı görüş belirtmiştir (Türkiye Psikiyatri Derneği ve CETAD, 2010; Türk Psikologlar Derneği, 2010; Türk Tabipleri Birliği, 2010).
Eşcinselliğin hastalık olarak kabul edilmediğini vurgulayan ve homofobik tutuma karşı duran bu açıklamalar dışında, insan hakları alanında çalışan bazı örgütlerin yanı sıra bilim insanı unvanına sahip bazı ruh sağlığı çalışanlarının Kavaf’ın beyanlarını destekleyen, meslek örgütlerinin açıklamalarını eleştiren bildirileri olmuştur.
Eşcinselliğin hastalık olduğunu ve tedavi edilebildiğini öne süren benzeri açıklamalar daha önce de yapılmıştı. Ruh sağlığı çalışanlarının kişisel değer ve yargılarının mesleki pratiklerine olumsuz yansımaları olabileceği, bilimsellikten uzak bir takım yargıların bilim insanları tarafından dile getirildiğinde kamuoyunda bilimsel saptamalar olarak kabul edilme ihtimali olduğu göz önünde bulundurarak, bu açıklamalarla ilgili bilimsel görüşleri kamuoyu ve ruh sağlığı çalışanları ile paylaşmayı uygun gördük.
“Eşcinsellik cinsel kimlik bozukluğudur.”
Cinsel kimlik kişinin kendi bedeni ve benliğini belli bir cinsiyet içinde algılayışıdır; cinsel yönelim kişide cinsel duygu, istek ve davranışların belli bir cinsiyete çekimidir; cinsel rol ise toplum içinde cinsellik açısından dışavuran davranışların görünümüdür. Psikiyatrik sınıflandırmalar ve ana kaynak metinlerde bu kavramlar bu şekilde tanımlanmaktadır. Dolayısıyla, eşcinsellik cinsel kimlik ya da cinsel rolle değil cinsel yönelimle ilişkilidir. Eşcinsel yönelim bireyin cinsel duygu istek ve davranışlarının kendi cinsine dönük olmasıdır, erkek eşcinsel için gey, kadın eşcinsel için lezbiyen ifadesi kullanılmaktadır. Cinsel yönelim karşı cinse olduğunda heteroseksüellik, her iki cinse dönük olduğunda biseksüellik söz konusudur. Bireyin eşcinsel olması biyolojik cinsiyetinden farklı bir cinsel kimliği (örneğin erkek eşcinselse kendini kadın gibi hissetmesi ve erkek olmaktan rahatsızlık duyması) olmasına sebep olmaz. Eşcinsellik cinsel kimlik bozukluğu değildir; cinsel yönelimlerden biridir ve hastalık ya da bozukluk olarak kabul edilmemektedir.
“Cinsel kimlik bozukluğu hastalık sınıflandırma sistemlerinde yer alan eşcinselliğin değiştirilip yeniden tanımlanan bölümüdür. Transseksüellik olarak bilinmektedir. Tedavisi gerektiği ve hastalık olarak tanımlandığı bilinmektedir.”
Transeksüellik bireyin cinsel kimliğinin biyolojik cinsiyetinden farklı olması, kişinin yoğun biçimde karşı cinsten olmak istemesi veya karşı cinsten olduğu gerçeğine inanması durumudur. Dolayısıyla cinsel kimlikle ilgili bir farklılıktır, cinsel yönelimle değil. Eşcinsellik değiştirilip bu şekilde tanımlanmamıştır, bu eşcinsellikten farklı bir tanımlamadır. Transeksüellik halen ruhsal bozukluklar sınıflandırmasında bir tanı kategorisi olarak yer almaktadır. Transeksüellikle ilgili tek bilimsel tıbbi yaklaşım cinsiyet değiştirme sürecidir, psikoterapi ya da ilaçlarla cinsel kimlik değiştirilemez. Sınıflandırmada bu kategorinin yer alması, cinsiyet değiştirme sürecinde psikiyatrinin oynadığı birincil rolle ilgilidir. Bilimsel ve sorumlu meslek pratiğine sahip çıkan ruh sağlığı klinikleri tarafından cinsiyet değişimi sürecinde uyumu arttırmaya yönelik grup çalışmaları, bireysel izlemin yanında yürütülmektedir. Transeksüellik tedavi ile değiştirilen bir cinsel kimlik değildir. Ayrıca halen hazırlık aşamasında olan DSM V’te transeksüelite kategorisi gözden geçirilmektedir. Mevcut bilimsel verilerle sınıflandırmalardan çıkarılmasını savunan çok sayıda bilimsel yayın mevcuttur. Tartışmaya açılmış olan taslak metinde “cinsel kimlik bozukluğu” yerine “uyumsuzluğu” ifadesi tercih edilmiştir.
“Pasif homoseksüeller genellikle “transseksüellik” sınırlarında kabul edilmektedirler. Kendini karşı cins gibi hissetmeden pasif eşcinsellik yaşamak ruhsal olarak pek mümkün değildir.”
Aktif ve pasif eşcinsel ifadeleri cinsel yönelim tanımıyla doğrudan ilgili değildir. Eşcinsel bireyin ağırlıklı olarak tercih ettiği cinsel birleşme türü ile ilgilidir ve sıklıkla aynı bireyde birlikte bulunabilmektedir. Bir eşcinselin ağırlıklı cinsel davranışı ne biçimde olursa olsun bunun cinsel kimlikle ilgisi yoktur. Eşcinsellik cinsel kimlikle ilgili bir farklılık içermez, yani “cinsel kimlik olarak kendi cinsidir”, cinsel yönelimi kendi cinsine dönüktür. Pasif eşcinsellerin kendilerini karşı cins gibi hissetmeleri, karşı cinse özgü davranışları sergilemeleri gerekli değildir. Cinsel kimlik ve cinsel yönelim birbirinden farklı iki insani boyuttur.
“Aktif eşcinseller cinsel ilişki biçimi hakkında hiç rahatsızlık duymazlar. “Sonuna kadar erkeğim ama cinselliği kendi cinsimle yaşarım” diyen aktif eşcinseller ilişkilerinde daha dominant, baskındır.”
Eşcinselliğinin farkına varan birey, ister aktif ister pasif olsun, toplumsal yargı ve inanışlar doğrultusunda edindikleri homofobi nedeniyle cinsel yönelimlerinden huzursuzluk ve kaygı duyabilir. Yaşadığı huzursuzluğu nedeniyle yaşantısını farklı şekillerde yeniden tanımlamaya çalışabilir. Bu tanımlamalar bir süre bireyin kaygısını azaltabilse de, çekirdek cinsel yönelim değişmediği için etkinliği geçicidir. Cinsel davranışı nedeniyle aktif olarak tanımlanan eşcinsellerin kişiler arası ilişkilerinde baskın (“dominant”) olduğu inanışı, eşcinsellerle ilgili çok yaygın bir yanlış inanış, mittir. Toplumsal cinsiyet özellikleri olarak daha doğru bir şekilde tanımlanabilecek cinsellikle ilişkili sosyal davranış ve görünüm cinsel yönelimle doğrudan ilişkili değildir. Bir eşcinsel erkek birçok heteroseksüel erkekten daha “erkeksi” olabileceği gibi, yaşadığı dönem ve koşullarda “erkeksi” ya da “kadınsı” kabul edilen erkeklerin cinsel yönelimi heteroseksüel, biseksüel ya da eşcinsel olabilir.
“Eşcinsellik  insanda doğal olarak var olan bir yönelim değildir. Sosyal öğrenme ile ve yanlış eğitimle gelişmiş bir durumdur. Biyolojik doğaya uymayan bir sapmadır.”
İnsanlık tarihi boyunca ve günümüzde hemen her insan topluluğunda, tarihsel dönem, coğrafi konum, toplumun yapısı ve kültürel özellikleri ne olursa olsun bireylerin kendi cinslerinden olan kişilere cinsel ve duygusal yakınlık duydukları ve duymakta olduklarına ilişkin tarihsel ve güncel bilgiler mevcuttur (Spencer, 1996; Vicinus ve ark., 2001; Drucker, 2001). Cinsel yönelim sadece cinsel davranışla sınırlı olmayıp bireyin yaşamının geneline hakim olan cinsel ve duygusal çekim, arzu ve bağlılık ve bunların gerçekleşmesi istek ve fantezileri ile ilgilidir. Tarih boyunca dönem dönem farklı iktidar odakları tarafından (siyasi ve dini otoriteler) baskılanmaya çalışılması varolageldiğinin kanıtları arasında sayılabilir. Bu baskı araçları arasına tıbbın da girmesiyle eşcinsellik hastalık olarak kabul edilmeye başlamıştır (Crozier, 2001). Biyolojik ya da genel olarak doğaya uygun olmadığıysa ispatı ya da inkarı mümkün olmayan, bilimsel olarak yanlışlanamayacak bir iddiadır. Tıbbi görüşün üremeye yönelik olmayan tüm cinsel davranışları, mastürbasyonu ve heteroseksüel bağlamda bile olsa üreme dışında –haz ve sevgi ifadesi gibi- amaçlarla yürütülen cinsel birliktelikleri, sağlıksız kabul etmeleri ile eşcinselliğin hastalık olarak kabulü eşzamanlıdır (Hart ve Wellings, 2002). “Doğaya aykırılık” iddiası, cinselliğin insan “doğa”sında sadece üremeyle sınırlı bir yeri olduğu kabulünden kaynaklanmaktadır; bu ise tıbbın uzun zamandır terk ettiği bir yaklaşımdır.
Cinsel yönelimlerin, eşcinsellik kadar heteroseksüelliğin de, kökenleri henüz bilimsel olarak gösterilmiş değildir. Her tür cinsel yönelimle ilgili genel kabul cinsel yönelimin bir seçim/tercih sonucu olmadığıdır, zira bireyler hayatlarının herhangi bir döneminde hangi cinsiyetten kişilerden hoşlanacaklarına, aşık olacaklarına, cinsel olarak uyarılacaklarına karar vermezler. Böyle bir karar süreci heteroseksüel bireyler için geçerli olmadığı gibi (yani bir erkek hayatının geri kalanında cinsel ve duygusal olarak kadınlara yöneleceğine karar vermediği gibi), heteroseksüellik dışında cinsel yönelimi olan kişilerde de söz konusu değildir.
Egemen ideolojinin heteroseksüelliğin tek meşru, doğru, norm olan cinsel yönelim olduğunu kabul etmesi (heteroseksizm), kişilerin doğumundan (bazen doğumundan da önce) itibaren hayatlarının hemen her döneminde en yakın çevreleri ve toplumun geneli tarafından heteroseksüel yönelimli olduğunun varsayılmasına, bu yönde eğitilmesi, bu yönelimle ilişkili özellik ve becerilerin kazanılmasına yönelik öğrenme süreçlerini takip etmesi, bireylerin heteroseksüel cinsel yönelime sahip olmalarını sağlayamamaktadır. Eşcinselliğin “sosyal öğrenme” bir yana, aşağı görüldüğü, ölüme kadar varan şekillerde nefret ve şiddete maruz kalmayla eşleştiği toplumlarda dahi, toplumun bir kısmında diğerlerinden farklı olmayan oranlarda eşcinsel yönelim görülmektedir. Öğrenme ve eğitim süreçleri, cinsel yönelimin belirleyenleri olmaktan çok, kişinin toplumsal cinsiyet özellikleri, kendini açık etme ya da gizlemeyi seçmesi üzerinde etkilidirler. Bu süreç eşcinsel bireylerde olduğu kadar heteroseksüel yönelimli kişilerde de işlemektedir; heteroseksüel bir kadının kendi cinselliği ile ilişkisi ve cinsel duygusal ilişkilerini yaşama biçimi ile ilgili toplumsal etkilere (sıklıkla olumsuz sonuçlarına şahit olduğumuz) Türkiye toplumundan örnek bulmak hiç zor olmayacaktır.
Eşcinsellik geçen yüzyılda ruh sağlığı uzmanlarınca öğrenme üzerinden açıklanmaya çalışılmış, daha doğrusu öğrenme yoluyla geliştiği varsayılarak, tiksindirme ve duyarsızlaştırma yöntemleri kullanılarak cinsel yönelim değiştirilmeye çalışılmıştır (McConaghy, 1969; Bancroft, 1969; Tanner, 1973). Uygulayanların sınırlı başarı iddialarının aksine, bu girişimlerin cinsel yönelim üzerinde etkili olmayıp, maruz kalan kişilerde kimi yaşamboyu süren cinsel ve ruhsal sorunlara neden olduğu, dahası bazı yöntemlerin (elektrik uygulanması ve apomorfin enjeksiyonu gibi) fiziksel hasara, kimi durumlarda ölüme neden olduğu bildirilmiştir (Smith ve ark, 2004).
“Heteroseksüelliğin geni vardır ancak eşcinselliğin geni yoktur.”
Ruhsal bozukluklarla ilgili olsun olmasın, insanla ilgili birçok özelliğin genetik bir arkaplanı olduğu günümüzde yaygın kabul görmektedir. Mizaç ve karakter özellikleri gibi karmaşık insani yapıların genlerle ilişkisine yönelik çok sayıda bilimsel veri mevcuttur. Yaygın kanı bu özelliklerin tek belirleyeninin genetik yapı olmadığı, genlerin de çoklu etkileşimler aracılığıyla rol oynadığıdır. Cinsel yönelim gibi bir insan özelliğinin de tek bir gen tarafınca belirlenmesi beklenmemektedir. İnsanın biyolojik cinsiyet özelliklerinin (doğuştan sahip olduğu genital organlar gibi) kromozomlarında yerleşik genlerce kodlandığı bilinmekteyse de, heteroseksüellik dahil cinsel yönelim biyolojik cinsiyet özellikleriyle ilgili değildir. Dolayısıyla, “heteroseksüellik geni” de bilinmemektedir (Rahman, 2005).
Eşcinselliğin genetik kökenleri ile ilgili son 15 yılda birçok çalışma yapılmıştır. Gey ve lezbiyenlerin yakınlarında eşcinsellik yaygınlığının toplumdaki yaygınlıktan yüksek olması, eşcinselliğin tek yumurta ikizlerinde çift yumurta ikizlerinden daha yüksek oranda birlikte görülmesi genetiğin rolü olduğunu düşündürmüştür (Pillard ve Bailey, 1998; Bailey ve ark, 2000; Kendler ve ark, 2000). Aile ağaçları incelendiğinde, eşcinsel bireylerin anne tarafında daha çok eşcinsel bireye rastlanmasından yola çıkarak yapılan DNA analizleriyle de anne tarafından aktarılan genetik yapının (X kromozomu ya da mitokondriyal DNA) önemli olduğu öne sürülmüştür (Hamer ve ark, 1993; Sykes, 2003). Ayrıntılı analizlerle olumlu sonuçlar veren çalışmalar varsa da, tekrarlayan tutarlı bulgular elde edilen bir “eşcinsellik geni” yoktur. Öte yandan, bir durumun geni olması ya da olmaması, bu durumun bir patoloji olarak kabul edilip edilmemesiyle ilgili değildir. İnsanların birçok niteliği genler tarafından kodlanmakta, bu genlerin etkinliği ve çevresel koşulların etkisiyle nihai durum şekillenmektedir. İnsan genomuyla ilgili yapılan çalışmalarla her geçen gün benzeri bağlantılar kurulmaktadır.
“Hastalık olarak tanımlanmayan eşcinsellik egosintonik eşcinselliktir. Yani kişi bu tercihi özgür iradesi ile seçmiştir. Eşcinselliğini bir sorun olarak görmez. İkinci grup eşcinsellik egodistonik olarak bilinen eşcinselliktir. Bu grup eşcinseller tedavi arayışı içindedir ve psikiyatrinin ilgi alanındadır.”
Eşcinselliğin bir ruhsal bozukluk olmadığına yönelik karar Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) tarafından 1973’te alınmışsa da, hastalık sınıflandırmalarından tam olarak çıkarılması kademeli olmuştur (Ritter ve Terndrup, 2002; Drescher, 2010).  DSM-I’de (1952) “sosyopatik kişilik bozukluğu” kategorisi altında yer alan eşcinsellik, DSM-II’de (1968) bir cinsel sapma olarak sınıflandırıldı. 1970’lerde psikiyatri topluluğunda yüksek sesle ifade edilmeye başlanılan karşı görüşler üzerine oluşturulan çalışma gruplarının vardıkları kararlar APA kurullarında kabul edilerek 1973’te karar resmiyet kazandı. DSM-II’de eşcinsellik kategorisi yerini “cinsel yönelim bozukluğu” kategorisine bıraktı. Bu süreçte karara karşı çıkan uzmanların etkisiyle oluşturulan bu kategorinin geçerliği pratikte heteroseksüel yönelimi nedeniyle ruh sağlığı uzmanlarına başvuru olmadığı için tartışmalıydı. Bu nedenle DSM-III’te (1980) yerini “egodistonik eşcinselliğe” bıraktı. Belirgin hale gelmiş kendi cinsine yönelik uyarılmanın neden olduğu ruhsal sıkıntıyı kapsayan bu kategori, hemen tüm eşcinsellerin hayatlarının bir döneminde eşcinselliklerinin egodistonik olduğu bir aşamadan geçmeleri, toplumsal homofobi etkisiyle gelişen içselleştirilmiş homofobinin neden olduğu bir sıkıntının ruhsal bozukluk olarak tanımlanmasının yanlış olması gerekçeleriyle DSM-III-R’de (1987) tamamen terk edildi.
Lezbiyen, gey ve biseksüeller, en az heteroseksüeller kadar çeşitlilik gösterirler. Beklenilen değişkenliğin farklı eşcinsellik alttipleri tanımlar bir örüntü sergilediğine ilişkin kanıt yoktur (Wilson ve Rahman, 2005). Farklı eşcinselliklerle ilgili yürütülen araştırmalar olmakla birlikte, eşcinsel bireylerde cinsel yönelim kimliği gelişiminin farklı aşamalarını bir sınıflandırma yöntemi olarak kullanmak yanlış olacaktır. Bu daha çok bir grup görme özürlünün dokundukları farklı yerlerden yola çıkarak bir fili farklı şekillerde tanımladığı bilinen öyküdekine benzer bir yöntem hatası olacaktır.
“Eşcinselliği heteroseksüellik gibi sağlıklı bir durum olarak tanımlamanın hiç bir bilimsel dayanağı yoktur.”
Eşcinselliğin heteroseksüellik gibi sağlıklı bir durum olarak tanımlamamanın hiçbir bilimsel dayanağı yoktur, bu yönde bilimsel olarak kabul görebilecek bulgusu olanların bunu kamuoyu ve bilimsel ortamlarla paylaşmalarını öneririz. Eşcinselliğin ruh sağlığı uzmanlığı alanında bir dönem hastalık olarak kabul edilmesinin heteroseksist önkabullerden öte bir dayanağı hiçbir zaman olmamıştır. Freud sonrası psikanalistlerce öne sürülen eşcinselliğin ruhsal mekanizmanın genel işleyişinde bozukluğa neden olduğu iddiası, terapistlerin kendilerine başvurmuş bireyler üzerinde yaptıkları gözlemlerden yola çıkarak yaptıkları genellemelere dayanmaktadır, bu nedenle bilimsel niteliği tartışmalıdır. Projektif değerlendirme yöntemleri ile yaptığı kontrollü çalışmayla eşcinsel ve heteroseksüel bireyler arasında farklılık olmadığını gösteren Evelyn Hooker bu önkabulleri tartışmaya açmış, seksoloji alanında yürütülen alan çalışmalarının (Kinsey raporları gibi) bulguları ve eşcinselliğin bir ruhsal bozukluk olmadığını kabul eden psikanalistlerin (Judd Marmor gibi) çabaları ile eşcinsellik ruhsal bozukluklar sınıflandırmasından çıkarılmıştır. Bu değişiklik psikiyatride hakim olan heteroseksist ideolojiye karşı bir girişim sonucunda olduğu için ideolojik olmakla eleştirilmektedir; ancak asıl bilimsel dayanaktan yoksun olan eşcinselliğin hastalık olarak değerlendirilmesidir.
“Psikiyatri ve psikolojinin eşcinselliğin hastalık olmadığını söylemeleri eşcinselliği teşvik eder.”
Diğer cinsel yönelimler gibi eşcinsellik de, irade ile yapılan bir tercih sonucu değildir. Teşvik edilebilir ya da teşvikler sonucu ortaya çıkabilir bir durum değildir. Eşcinselliğin hastalık olarak kabul edilip edilmemesi kimsenin cinsel yönelimi üzerinde etki ederek, eşcinselliğin yaygınlığında bir değişikliğe neden olamaz, olmamıştır. Sadece psikiyatri/psikolojinin eşcinsel bireyler üzerinde oluşturulan homofobik baskı mekanizmasının payandası olmasına son vermiştir. Psikiyatr ve psikologların tutum ve söylemleri kimsenin heteroseksüel olmasına neden olmadığı gibi, kimseyi de eşcinsel kılacak güçte değildir.
“Eşcinselliğin hastalık olmadığı söylenerek tedavi ve yardım kapısı kapanmaktadır.”
Eşcinselliğin hastalık olmadığı yaygın olarak ifade edilse bile, homofobinin tek dayanağı psikiyatri olmadığı için, toplumlar arasında farklılıklar olmakla birlikte (ataerkillik açısından farklılıklar olduğu gibi ve büyük ölçüde paralel şekilde) heteroseksizm egemen ideoloji olma konumunu korumaktadır. Cinsel yöneliminin kendi cinsine dönük olma ihtimalini giderek artan şekilde hisseden eşcinsel bireyler cinsel yönelim kimliği gelişimi sürecine girerler. Eşcinsel cinsel yönelim kimlik gelişimi ile ilgili çok sayıda model literatürde mevcuttur (Cass, 1979; Cass, 1984; Troiden, 1989; Coleman, 1981/1982). Bu modellerin tümünde, bireyin kendi cinsine yönelik ilgisini fark etmesiyle belirginleşen, o zamana kadar geliştirmiş olduğu heteroseksüel kimlikle uyumsuzluk nedeniyle kafa karışıklığı yaşadığı, çevrenin homofobik tepkileri ve reddinden kaynaklanan korku, kaygı, suçluluk ve utanç duyduğu aşamalar tanımlanmıştır. Kişisel gelişim ve çevre ile etkileşimin imkan verdiği seyirde kişinin bütünlüklü bir kendiliğin bir bileşeni olarak olumlu bir eşcinsel cinsel yönelim kimliği geliştirdiği gösterilmiştir. Ruh sağlığı çalışanlarının bu süreçte rolü kişiyi eşcinsel ya da heteroseksüel “yapmak” değil, karşılaştığı güçlükleri anlamasını, başetmesini kolaylaştırmak, kendini olduğu gibi kabullenmesini kolaylaştırmak, kendini homofobik tepkilere karşı savunma becerilerini rasyonel şekillerde kullanıp, baskı ve inkar gibi mekanizmaların yersiz kullanımıyla yüzleştirme, gelişiminin doğal seyrini tamamlarken yaşının gerektirdiği olağan becerileri edinmesini desteklemektir (Düzyürek, 1997; Schneider ve ark, 2002). Bu süreçteki sorun alanlarının anlaşılması ve çözülmesiyle ile ilgili olarak ruh sağlığı çalışanlarına düşen müdahalelerle ilgili günümüzde kapsamlı bilgi birikimi oluşmuştur (Düzyürek, 1997; Schneider ve ark, 2002; Ritter ve Terndrup, 2002; Bieschke ve ark, 2007). Dolayısıyla, gelişim sürecinde yardım arayışı içinde olan eşcinsel bireylere ruh sağlığı çalışanlarının kapısı kapalı değildir. Geçen yıl Amerikan Psikoloji Birliği’nin yayınladığı bir raporda “tedavi” adı altında bu gelişim sürecine ket vurulması çabalarının (uygulayanlarca “onarım” tedavisi olarak isimlendirilen cinsel yönelimi değiştirmeye dönük girişimler) etkinlik ve olası zararları gözden geçirilmiş, uygun terapötik yanıtlarla ilgili öneriler sıralanmıştır, internetten rahatlıkla ulaşılabilmektedir (APA Task Force on Appropriate Therapeutic Responses to Sexual Orientation, 2009).
“Eşcinsellik, hayvanlara cinsel sevi (zoofili), eşyaya cinsel sevi (fetişizm) gibi bir cinsel sapma (parafili)  olarak değerlendirilmelidir.”
Parafili terimi cinsel dürtülerin nesnesi veya hedefi olarak sapkın veya zorlantılı davranış ve fantezinin varlığına işaret eder. DSM-IV-TR sapkın cinsel imge ve davranışların olağan dışı veya garip olması gerektiğini vurgulamaktadır. Doğru tanı parafilik fantezi ve törensel davranışın saptanmasına dayanır. Tanının konulabilmesi için cinsel uyarılmanın, sapkın fantezilerin davranışsal dışavurumu  veya zihinsel tasarımının varlığına bağlı olması; bu davranış, cinsel dürtü ve fantezilerin klinik olarak belirgin sıkıntı ya da sosyal, mesleki veya işlevselliğin diğer önemli alanlarında bozukluklara yol açması gerekir.
Eşcinsellik 1968 yılı DSM-II basımında parafili (egzibisyonizm, zoofili, transvestik fetişizm gibi) grubu ile cinsel  sapma  sınıflaması altında yer alsa da APA’nın 1973’te aldığı resmi kararla DSM-II’de eşcinsellik kategorisi parafili sınıflandırmasından çıkarılmış ve yerini “cinsel yönelim bozukluğu” kategorisine bırakmıştır. Parafili kategorisinden çıkarılmış olması şu nedenlere bağlıdır:
1) Eşcinsellerin temel düşlemleri heteroseksüellere benzer, genellikle garip ya da tuhaf değildir;
2) Eşcinsel dürtüler heteroseksüel dürtülerden farklı ölçüde zorlayıcı değildir;
3) Eşcinsel ve heteroseksüel davranışın parafiliklerde kaçınılmaz biçimde bulunduğu şekilde ritüelleşmiş ve stereotipik olması gerekmez;
4) Eşcinsel ve heteroseksüel bireylerin fantezi dünyaları parafililerde olduğu gibi fakirleşmemiştir;
5) Eşcinsel düşüncelerin zihinsel yaşamı değişmez biçimde ve aşırı olarak meşgul ettiği, herhangi bir eşcinsel etkinliği bastırmanın yüksek düzeyde kaygı veya disforik duygulanıma yol açtığı, veya eşcinselliğin heteroseksüellikten daha fazla bir oranda kişilik bozukluğu ile bağlantılı olduğu gösterilmemiştir;
6) DSM-IV-TR parafili tanısı için ‘karşılıklı, sevecen, sevgi içeren cinsel etkinlik kapasitesinin’ olumsuz etkilenmesini bir gereklilik olarak ortaya koymaktadır. Bilindiği üzere eşcinsel ilişkiler tıpkı heteroseksüel ilişkiler gibi bu olumsuz etkilenmeleri taşımamaktadır.
“Eşcinselliğin hastalık olarak kabul edilmesi, tedavi girişimleri koruyucu ruh sağlığı kapsamında değerlendirilmelidir.”
Koruyucu ruh sağlığı uygulamaları, hastalıklarla ilişkili risk etkenleri olduğu ve bunlara yönelik politikalar geliştirilmesi gerektiği düşüncesiyle yürütülen, ruhsal bozuklukların başlanmasının önlenmesi ya da geciktirilmesi, süresinin kısaltılması ve bozuklukla ilişkili yetiyitiminin azaltılmasını amaçlayan çalışmalar bütünüdür (Aksaray ve ark, 1999). Lezbiyen, gey ve biseksüel bireylerin heteroseksüellerle karşılaştırıldığında, birinci basamak sağlık hizmetlerine ruhsal sorunlarla daha sık başvurduğu, ruhsal bozukluklar, intihar ve madde kötüye kullanımı riskinin heteroseksüellerden yüksek olduğu gösterilmiştir (King ve Nazareth, 2006; King ve ark, 2009). Bu nedenlerle heteroseksüalite dışında cinsel yönelimi olan bireylere yönelik sağlık hizmetleri koruyucu ruh sağlığı çalışmaları alanında değerlendirilmelidir. Zira, çok sayıda çalışma bu bozuklukların varlığını yordayan etkenin cinsel yönelim değil kişilerin maruz kaldığı ayrımcılık ve baskı, sözel ve fiziksel şiddet, bulundukları bölgede hakim olan homofobik politika ve uygulamalar olduğunu göstermektedir (Diaz ve ark, 2001; Warner ve ark, 2004; Lewis, 2009). Yaftalama, önyargılar ve ayrımcılığın neden olduğu tehditkar ve stresli sosyal çevrenin ruhsal bozukluk yaygınlık ve şiddeti üzerinde etkisi azınlık stresi modeli ile açıklanmaktadır (Meyer, 2003). Ruh sağlığı çalışanlarının cinsel yönelim kimliği gelişimi sürecinde olumlayıcı terapi yaklaşımı ile lezbiyen, gey ve biseksüel bireylerle heteroseksizmin neden olduğu psikolojik sorunlarla baş etme güçlerini desteklemeleri, içselleştirilmiş homofobinin ele alınması ve kamusal homofobik uygulamalara karşı durmaları önerilmektedir (Meyer, 2003; Herek ve Garnets, 2007; Matthews ve Adams, 2009).
“Homofobi yani eşcinselleri  aşağılamak, dışlamak, şiddet uygulamak doğru değildir. Eşcinsellere saygı gösterilmeli ancak onaylanmadığı da belirtilmelidir.”
“Fobi” kavramı,  tanımı açısından rasyonel (mantıklı ya da gerçekçi) olmayan ve yüksek düzeyli ürkme, korkma ve kaçınma davranışlarına neden olan yaşantıları tarifler. Bir kavram olarak homofobi ise, eşcinsellerden korku duyulması anlamında kullanılsa bile herhangi bir kişinin, kendisinin ya da bir başkasının eşcinsel duygular hissedebilmesi durumunda yaşadığı derin korkuyu tanımlar. Fobiler, nedenleri ve tedavi edilmeleri amacı ile ruh sağlığı alanında önemli bir yer tutar. Çünkü sağlıklılık tanımı “uyumlu ve aksamayan” bir işleyişi de kapsar.
Homofobi ruh sağlığı alanında önceleri herhangi bir fobi gibi bireysel düzeyde ele alınmış ve herhangi bir fobi gibi üstesinden gelinmeye çalışılmıştır (Göregenli, 2003). Oysa sosyal psikologların ve konu ile ilgili çalışan bilim insanlarının çalışmaları homofobinin, sadece bireysel bir korku olmaktan öte toplumsal bileşenleri olduğunu ortaya koymuştur (Herek, 1984; Sakallı, 2002; Madureira, 2007). Örneğin bir toplumda etkin olan sistemler herhangi bir yaşantıyı, kötü, günah, ayıp gibi değerlendirmelerle ele alıyorsa, insanların bu davranışları yaparken kendileri ile çatışmaya girmeleri, dışlanmak veya cezalandırılmaktan korkmaları ve bu korku ile başa çıkamayacaklarını anladıklarında kaçınma ve ürkme davranışları geliştirmeleri kolaylıkla gözlenebilen bir süreçtir. Homofobi, heteroseksüel yönelimli bir kişide olabileceği gibi farklı cinsel yönelimi olan kişilerde de görülebilir. Kadın ya da erkek bir eşcinsel, bir biseksüel, bir travesti, transseksüel ya da aseksüel bireyler de homofobi geliştirmiş olabilirler.
Bir tutumun homofobik olduğunu söylediğimizde, eşcinsel insanlar hakkındaki önyargıların ve/veya ayrımcılığınvarlığından bahsetmiş oluruz. (Benzer bir şekilde transseksüel insanlara dönük önyargı ve ayrımcılık da transfobi olarak tanımlanır.) Bu durumda homofobiyi anlamak için önyargı ve ayrımcılık kavramlarına kısaca değinmek gerekecektir.
Önyargılar ortak bir niteliği bünyesinde barındıran bir insan topluğu hakkındaki düşünce kalıplarımızı anlatır. Önyargılar olumlu ya da olumsuz olabilirler. İnsanlar, olumlu ya da olumsuz olan bu önyargıları, karşılaştığı insanların gerçek özelliklerini anlayana kadar referans olarak kullanır. Ve çoğunlukla önyargı kalıpları yeni tanışılan insanı temsil etmez.
Homofobiyi anlamak için kullandığımız bir diğer kavram olan “ayrımcılık” ise kendi grubunun avantajlarını ön planda tutma ve/veya diğer grubun dezavantajlarını görmezden gelme eğilimimizdir (Göregenli, 2003). Ayrımcılık, bir gruba ait olarak algıladığımız insanlara karşı olan tutumlarımızda belirir. Oysa önyargı bir grup insana dair olan fikirlerimizdir. Buradan hareketle ayrımcılığı eyleme dökülen önyargı olarak tanımlarız. Önyargılarımızı oluşturan özsel inançlarımız zemininde, farklı gruplar arasında hiyerarşi oluşturmaya başladığımızda, örneğin cinsel yönelimlerden birinin diğerinden daha iyi, üstün, sağlıklı olduğunu kabul ettiğimizde, ayrımcılığa doğru ilk adımı atmış oluruz. Homofobiyi temelde, ister kişinin kendisinde olsun ister başka bir kişide rastlasın; sapık, günahkar, ahlaksız, kaçınılması ya da yok edilmesi gereken eşcinsellik algısı için kullanıyoruz. Belirli bir cinsel yönelimin diğerinin “onaylamak”, “hoşgörmek” eyleminin nesnesi olarak kabul etmek, aralarında bir hiyerarşik ilişki kurmaktır. Dolayısı ile eşcinsellik bir normdan (geçerli kabul edilen bir doğrudan) sapma olarak algılandığında homofobi ortaya çıkar. Homofobi kendisini her zaman ölüme kadar varan fiziksel şiddet, aşağılama, küfür, mizah yolu ile sözel şiddet ya da yok sayma ile göstermez; bu homofobik eylemlerin öncülü olan homofobik bilişler de homofobi kapsamındadır.
Eşcinselliğin saptığı norm ise ‘heteroseksüel olma’ normudur. Bu durumda homofobiyi anlamaya çalışırken heteroseksizm adını verdiğimiz yeni bir kavrama ihtiyacımız vardır. Gordon Marshall, ‘Sosyoloji Sözlüğü’nde heteroseksizmi, heteroseksüelliğe atfedilen ayrıcalıklı konum ve toplumsal pratikler olarak tarifler. Bu tanım, heteroseksüellerin toplumsal avantaj ve üstünlüklerine, heteroseksüeller için kazanımları olan toplumsal uygulamalara yani bu konudaki olumlu önyargılara dikkatimizi çeker. Kuşku yok ki heteroseksizm kavramına duyulan ihtiyacın kaynağı, toplumun sadece heteroseksüel bireylerden oluşmadığı gerçeği ama heteroseksüel insanlardan oluştuğu ya da oluşması gerektiği ideolojisidir.
Heteroseksizm kavramı doğal olarak heteronormatiflik dediğimiz normlarını (geçerli doğru kabul edilen kurallarını) heteroseksüellikten alan bir diğer kavramla karşılaşmamızı sağlar. Heteronormatiflik, farklı cinsel yönelimi olan insanlara heteroseksüel gibi davranmaları yönünde dayatılan kuralları tanımlar. İlginç olan heteronormatif dayatmalarının sadece farklı cinsel yönelimi olan insanlara değil heteroseksüellere de dayatılmasıdır.
Özetlersek; homofobi, diğer fobiler gibi bireysel bir korku olmaktan öte eşcinsellik hakkındaki önyargılı fikirler ve ayrımcı tutumlar nedeniyle insanların eşcinsellikten duyduğu korku olarak tanımlanabilir. Tarihsel kayıtlar, güncel araştırmalar ve farklı toplumsal yapılanmalara dair gözlemlerimizden hareketle söyleyebileceğimiz; müdahale edilmesi gerekenin eşcinsel olmak değil homofobi yani bu korkunun altında yatan toplumsal zemin ile bireysel farklılık arasında kurulan ilişkinin niteliği olduğudur. Çünkü insanlar önyargı ve ayrımcılığa maruz kalmadıkları takdirde heteroseksüellik dahil tüm cinsel yönelimleri ile sağlıklı, mutlu ve üretken bir şekilde yaşayabilirler.
“Gelecek kuşaklar arasında eşcinselliğin  artmaması için  sağlık ve eğitim politikalarında düzenlemeler yapılmalıdır.”
Mevcut sağlık ve eğitim politikaları kişilerin cinsel yönelimlerinin heteroseksüel, eşcinsel, biseksüel olarak belirlenmesinde rol oynamamaktadır. Eğitim sistemi heteroseksüellik dışındaki cinsel yönelimleri görmezden gelmekte, yok saymakta, eğitim pratiğinde eşcinsellik aşağılama, mizah ve genel kabul görenden farklılık gösteren bireylerin baskılanması dışında gündeme gelmemektedir. Bu tutumun eşcinselliği ortadan kaldırmadığı ve daha katı uygulandığında da kaldıramayacağı (İran örneğinde olduğu gibi), aksi yönde eşcinselliği olumsuzlamayan bir yaklaşımın da eşcinselliğin toplumdaki yaygınlığını arttırmadığı (Avrupa ve Kuzey Amerika’da eşcinselliğe toplumsal yaklaşımın değişmesine rağmen yaygınlıkta artış görülmemesi örneğinde olduğu gibi) bilinmektedir. Eğitim ve sağlık uygulamalarında homofobik tutumlar, eşcinsel bireylerin açılma süreçlerini baskılamakta, kendilerini açık olarak var etmelerine engel olmaktadır. Dolayısıyla artan ya da azalan eşcinsellik değil, eşcinsellerin görünürlüğüdür.
Eşcinselliğin görünür hale gelmesinden kaygı duyulmasının altında, eşcinselliğin model alınarak yaygınlaşabildiği miti yatmaktadır. Çocuk gelişiminde rol model alma çocuğun davranışları, dünyayı adlandırışı ve dış dünya ile nasıl ilişki kuracağı konusunda etkili olmakta ancak cinsel yönelim üzerinde etkili olmamaktadır. Bununla ilgili en doğrudan kanıtlar gey ve lezbiyenlerin ebeveyn oldukları ailelerle yapılan çalışmalardan edinilmektedir (Gottman, 1989; Flaks ve ark, 1995; Bailey ve ark, 1995; Golombok ve Tasker, 1996). Ebeveyni lezbiyen veya gey olan çocuklarla ondört yıla varan izlem süreleriyle yapılan kontrollü çalışmalarda, cinsel kimlik, cinsel yönelim ve sosyal uyumla ilgili heteroseksüel ve eşcinsel ebeveyni olan çocuklar arasında farklılık saptanmamıştır. Çocuklar arasındaki tek fark lezbiyen anneler tarafından yetiştirilen çocukların kendi cinsiyetlerinden ya da karşı cinsiyetten biri ile cinsel yakınlık kurabilecekleri fikrine, anneleri heteroseksüel olan çocuklardan daha toleranslı yaklaşmaları olarak bulunmuştur (Golombok ve Tasker, 1996). Bu nedenle “gelecek kuşaklar arasında eşcinsel tercihlerin artmaması” şeklinde ifade edilen kaygı, insan davranış bilimlerinin gözlemleri ile uyuşmamakta, sadece cinsel azınlık olan bireyleri kısıtlamak ve yok etmek amacını taşıyan bir önyargıyı temsil etmektedir.
Bu ifade heteroseksüel anne babaların nasıl olup da gey, lezbiyen, biseksüel, transseksüel ya da travesti çocuklara sahip olduklarını açıklamak konusunda ise oldukça yetersiz ve güncel araştırmalar tarafından çürütülmüş bir bakış açısıdır. Güçlü anne, zayıf baba miti, çocuğun cinsel yönelimi üzerinde etkili olduğu kanıtlanmış bir gerçek değil, eşcinselliği açıklamak için psikanalizin erken döneminden kalma, halen psikanaliz çevrelerinde yaygın kabul görmeyen bir iddiadır. Ayrıca kusurlu ve hasta saydığı cinsel azınlık bireylerin varlığını açıklamak için anne-babaları suçlu ilan etmekte ve onları da “yetersiz ebeveynlik yaptıkları” gerekçesi ile cezalandırmakta, dışlamakta ve gizlenmelerine ya da “Ahmet Yıldız” olgusunda olduğu gibi çocuklarını öldürmelerine sebep olmaktadır.
Dikkat çeken bir önemli nokta ise bu zihniyetin, sebep olduğu cinayet/ler nedeniyle hiçbir vicdani sorumluluk hissetmemesi ancak suskun (ve muhtemelen memnun) bir şekilde ortalıktan sıvışmasıdır. Ancak cinsel azınlık varlığından söz edilince yine aynı strateji ile bir araya gelip ve aynı argümanı ile nefret ve ayrımcılık saçmakta hiçbir sakınca görmemektedir. İronik olan ise, gerektiğinde bilimsel bir yetkiyi kullanarak, gerektiğinde dini hassasiyetleri öne sürerek, gerektiğinde ideolojik kökenlere gönderme yaparak ileride yaratmaya çalıştığı barışçıl ve mutlu dünyayı kendi elleri ile yok etmesidir.

3 Kasım 2014 Pazartesi

Antik çağda eşcinsellik;



İnsan cinselliğinin gelişiminin evrimsel sürecini anlamak isteyen bilim insanları, üyesi olduğumuz primat ailesinin cinsel davranışlarının belgelenmesine ve anlaşılmasına çalışmışlardır.  İnsanlara en yakın genetik özelliklere sahip olan iki primat, bonobolar ve şempanzelerdir.  Bu iki cins de aslında birbirine genetik ve görünüm olarak o kadar yakındırlar ki, bonoboların keşfedildiği ilk zamanlarda kendilerine “pigme şempanze” adı verilmiştir.  Ne var ki bu iki yakın akrabamızın cinsel davranışları oldukça büyük farklılıklar sergilemektedir.  Bonobolar cinselliği topluluk içi çatışmaları en aza indirgemek ve çözmek, rahatlamak ve sosyal ilişkileri pekiştirmek için kullanırken, şempanzelerde ise cinsel rekabet ön plana çıkmakta ve şiddete yol açmaktadır.  Her iki cins de çok eşlidir. Erkek şempanzeler kendilerine seçmiş oldukları (dişi) eşleri himayelerinde tutabilmek için diğer erkeklerle savaşmak ve onları yenmek durumundadırlar, ki bu da şiddete yol açmaktadır.  Bonobolar ise nerdeyse pan-seksüel olarak tanımlanabilirler.  Şempanze topluluklarında erkek egemen bir yapı varken, bonobo topluluklarında dişinin daha ön planda olduğu söylenebilir.  Dişiler arasında süregelen ve anne-çocuk arasındaki bağ, çocuğun cinsiyeti fark etmeksizin uzun yıllar devam eder.  Bonoboların genel olarak karakteristik olan paylaşımcılığı cinsellikte de geçerlidir.  Genç veya olgun bireyler cinsiyet farkı gözetmeksizin birbirleriyle (genel olarak çok kısa süren) cinsel birleşme gerçekleştirirler.  Doğan yeni bireyler ise topluluk içerisinde beraberce yetiştirilir.  Erkek ve kadın bireyler birbirleriyle cinsel haz paylaşarak sosyal ilişkilerini güçlendirirler.  Kısacası bonobolar için cinsellik bir el tokalaşmadır.

İnsan cinselliğinin günümüzde tek eşli, cinselliği tabu olarak gören ve eşcinselliği dışlayan halinin sosyo-evrimsel süreci farklı terorik yaklaşımlarla açıklanmaya çalışılmıştır.  Batı dünyasının yeni dünyayı ve farklı kıtaları kolonizasyonu daha “ilkel” kültürlerin (batı dünyası tarafından) keşfini de sağlamıştır.  Burada bulunan avcı-toplayıcı toplumların her anlamda – cinsellik de dahil – daha paylaşımcı oldukları (çok eşlilik, eşcinsel yönelimler, vs.) birçok gezginin yazılarında dile getirilmiştir.  Her toplumda cinselliğe yaklaşım aynı olmasa da, insan cinselliğinin çeşitliliğini belgelemesi açısından bu gözlemler önemlidir.
Avcı-toplayıcı toplumlarda mülkiyet kavramının olmadığı birçok etnoğrafik araştırma ile tespit edilmiştir.  Sürekli konar-göçer bir hayat süren toplumların zaten beraberlerinde fazla bir “mülk” taşıması mümkün değildir.  İnsanların yerleşik hayata geçmesiyle beraber sürekli aynı mekanda kalması, ev ve mülk kavramını da beraberinde getirmiş, mülkün gelecek nesillere devri söz konusu olmuştur.  Bununla beraber cinselliğin de üreme ile ilişkisi ve artık ekonomik erki elinde tutan erkeğin mülk varislerinin kendi “kanından” olması daha da önem kazanmıştır.  Bu görüşe göre erkek bundan sonra kadını kendi “mal”ı olarak görmeye başlayarak  hem tek eşliliği kurumsallaştırmış, hem de üremenin – veraset bağlamında değerli olması açısından – değerini artırarak eşcinselliği tabulaştırmıştır.
Eşcinsel ilişkiler konusunda – yukarıda bahsedilen primat cinselliği dışında – tarih öncesi dönemlere ait elimizde çok fazla bilgi olmamasına rağmen, tarihsel dönemler için giderek artan belgesel veriler bulunmaktadır.  Tarihsel dönemlerden ve “eşcinsellik”ten bahsederken belki bu noktada günümüzde kullanılan “eşcinsellik” teriminin yeni bir kavram olduğundan bahsetmek gerekir.  Günümüzde “eşcinsellik” bir kişinin kendi cinsine karşı duyduğu duygusal ve cinsel çekim olarak tanımlanaktadır.  Eski kültürlerin modern anlamda bir “eşcinsellik” kavramının olup olmadığı tartışılabilir.  Aşağıda, çok kısa ve birçok eksik içeren özet, bu gerçek göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir.  Yine, tarihin erkekler tarafından yazıldığı, tarih boyunca kadınların seslerinin – istisnai durumlar dışında – duyulmadığı hatırlanmalıdır.  Dolayısıyla, aşağıda eşcinsellik konusundaki verilerin erkek eşcinselliğine vurgu yapması, yazardan değil, tarihsel verilerden kaynaklanmaktadır.

Tarihin doğduğu Mezopotamya ve Yakın Doğu coğrafyasında eşcinsel ilişkilere farklı yaklaşımlar olduğu bilinmektedir.  Tarihin ilk epik şiiri sayılabilecek olan Gılgamış destanında yer alan Enkidu-Gılgamış ilişkisinin homoerotik okunabileceğini birçok bilim insanı kabul etmiştir.  Gılgamış’a bir “arkadaş” olarak yaratılan Enkidu’nun ölümünden sonra Gılgamış’ın ağıtı nerdeyse bir “kadın”ın ağıtıdır. Gılgamış kendini yerden yere atar, giysilerini parçalar, saçını yolar.  Sümer (güney Mezopotamya) edebiyatının ilk eserlerinden kabul edilen bu destan,  daha sonraları Mezopotamya’nın kuzey/güney farklılığı konusunda da öngörüleri doğrulamaktadır.  M.Ö. 2. binyıl içerisinde kuzeyde Asur, güneyde ise Babil olarak tanımlanan Mezopotamya uygarlıklarında, Babil’in eşcinselliğe daha ılımlı yaklaşımı göze çarpmaktadır.  Asur yasalarında eşcinsellik cezalandırılırken, Babil yasalarında bu konuda herhangi bir ceza bulunmamaktadır.  Aynı dönem içerisinde diğer bir önemli uygarlık olan Hititlerde de eşcinsellik karşıtı bir yasa yoktur.

Diğer bir uygarlığın, Mısır’ın ise, eşcinsellik konusundaki yaklaşımı bazı arkeolojik kalıntılar ve tarihi belgelerden bilinmektedir.  Bu kadim uygarlığın mitolojisinde yer alan öneli tanrılardan Seth ve Horus’un hikayesi ilginç bir örnek sunmaktadır.  Her ikisi de erkek tanrılar olan Seth ve Horus, Seth’in Horus’u baştan çıkarma girişimiyle farklı bir boyut kazanır.  Bir hikayede Seth, Horus’u baştan çıkarmayı başaramaz, ama Horus’a “arkan ne güzelmiş” der.  Seth, Horus’u evine yemeğe çağırır ve bu buluşma Seth’in Horus’un bacakları arasına boşalmasıya sonuçlanır.  Hikayenin başka bir türevinde ise Horus kendi spermini Seth’in en çok sevdiği sebzelerden biri olan marul üzerine akıtarak ve Seth’in bunu yemesini sağlayarak Seth’i hamile bırakır. Mısır’ın farklı cinsiyet kimliklerine yaklaşımının bir diğer dışavurumu ise tanrı Hapi’dir.  Nil nehrini temsil eden bu tanrı bir erkek olarak tasvir edilmesine rağmen, bir kadının göğüslerine sahiptir.  Kadın göğüsleri Nil nehrinin bereketini simgelemektedir.  Belki de günümüzde “trans-gender” olarak tanımlanabilecek olan bu tanrının Mısır’ın en önemli tanrılarından biri olduğunu unutmamak gerekir.
Eşcinsellik tarihi açısından diğer bir önemli buluntu ise, yine Mısır’da Niankhnum ve Knumhotep’e ait mezardır.  Meslekleri “saray maniküristlerinin şefleri” olarak tanımlanan bu iki kişinin birbirleriyle olan ilişkisi de tartışma konusudur.  Klasik Mısır sanatında sadece eşler için kullanılan yakınlık göstergeleri (yakın kucaklaşma, burunların birbirine değmesi), bu mezarda iki erkek için kullanılmıştır.  Her ikisinin de evli olduğu bilinen Niankhnum ve Khnumhotep’in bu derece yakın bir ilişki içerisinde tasvir edilmesi kimi bilim insanları tarafından ikiz oldukları şeklinde yorumlanmış olsa da, Mısır sanatı ve kültürü içerisinde ayrıcalıklı bir durum olarak göze çarpmaktadır.
Antik çağ içerisinde eşcinsellik konusunda en zengin kaynaklardan birine sahip olan kuşkusuz antik Yunan uygarlığıdır.  Belgeler yanında sanat eserleri de antik Yunan eşcinselliği konusunda oldukça geniş bilgiler sunmaktadır.  Yazınsal olarak elimizdeki en eski kaynaklardan biri olan Homeros’un İlyada’sında (M.Ö. 8. yüzyıl) doğrudan değinilmemesine rağmen, destanın en önemli karakterlerinden biri olan Akhilleos’un Patroklos’la olan ilişkisi klasik dönem (M.Ö. 5. yüzyıl) yazarları tarafından bir aşk ilişkisi olarak tanımlanmıştır.  Paiderastia, bu dönemde daha olgun bir erkeğin (erastes –  20’li yaşlarında) daha genç bir erkekle (eromenos – ergenlikten 18 yaşa kadar) olan ve cinsellikle beraber genç erkeğin eğitimini de içeren ilişkisini tanımlamak için kullanılan bir terimdir.  Bu tür ilişkilerde (“aktif” tarafın daha olgun olan taraf olduğu) anal cinsellik yazınsal olarak yadırgansa bile, (genel olarak öngörülen bacak arası sürtünerek yaşanan bir cinsel birliktelikti) gerçeğin (!) ne olduğu konusunda komedi yazarları ipuçları sunmaktadır.
Antik Yunanistan’daki eşcinsellik konusunda belki de en çarpıcı ilişkilerden biri, Atina’nın adlarına heykeller dikerek kutladığı Harmodios ve Aristogeiton’dur.  Tiranisid’ler olarak bilinen bu ikili, bir tiran (siyasi erki zorla ele geçiren biri) olan Hipparkhos’u öldürmüşlerdir.  Sevgili oldukları bilinen Harmodios ve Aristogeiton, Atina agorasında (pazar yeri) heykelleri dikilen ilk vatandaşlardır.  Antik Yunanistan’da tüm eşcinsel ilişkilerin erastes-eromenos idealine bağlı olmadığı ve bu “ideal” dışındaki ilişkilerin de horlanmadığı bazı diğer belgelerden de bilinmektedir.
Kadın eşcinselliği konusunda antik Yunanistan’dan en iyi bilinen kişi kuşkusuz Sappho’dur.  Antik yazarlar da dahil olmak üzere şiirleri hayranlık uyandıran bu şair, Yunanistan’ın Lesbos (Midilli) adasındandır (günümüzde kadın eşcinseller için kullanılan lezbiyen terimi bu adanın isminden gelmektedir).  Evli olsa da ve erkeklere de aşk şiirleri yazsa da, şiirlerinin ana temasını oluşturan kadın güzelliği ve kadın bedenine şiirsel yaklaşımı, antik yazında ender raslanan kadın eşcinselliği konusunda kısmen de olsa zengin bir kaynak oluşturmaktadır.
Roma uygarlığının, Yunan uygarlığından etkilendiğinin açık olmasına rağmen, cinselliğe daha heteronormatif olarak yaklaştığı söylenebilir.  Bir erkeğin diğer bir vatandaş erkekle cinsel ilişkisinin tabu olduğu Roma’da, bir erkeğin köle bir erkekle (veya eğlence sektöründe çalışan infames – şarkıcı, dansçı, vs. – kişilerle) aktif olarak yaşadığı eşcinsel bir ilişki normal kabul edilmekteydi.  Bu öngörüye rağmen, bazı ileri gelen Roma liderlerinin cinsel yaşantılarının normatif olmadığı da bilinmektedir.
Julius Caesar hakkında “her kadının erkeği, her erkeğin kadını” dendiği, Roma İmparatorlarından Tiberius’un cinsiyet ayrımı gözetmeksizin orjiler düzenlediği, Nero’nun ise sevdiği bir genç erkeği hadım ettirerek evlendiği bilinmektedir.  Belki “skandallar” başlığı altında anılabilecek bu Roma imparatorların cinsel hayatları dışında bir istisna Hadrian’ın Antinoos’a olan aşkıdır.  Bir Anadolu kentini ziyareti sırasında (büyük olasılıkla modern Bolu’da) karşılaştığı Bithinya’lı gence aşık olan Hadrian onu korumasına almıştır.  Antinoos’un daha 20 yaşındayken Mısır’da sebebi bilinmeyen ölümünden sonra Hadrian onun adına bir şehir kurmuş (Antinoopolis), imparatorluğun her yanına heykellerini diktirmiş, hatta onu tanrılaştırarak adına tapınaklar inşa etmiştir.
Yukarıdaki çok kısa özet, Roma imparatorluğunun sonuna kadar olan süreçte eşcinsellik tarihinden kısa “kapı-aralıkları” sunmaya çalışmıştır.  Kuşkusuz, gerçek bundan çok daha karmaşıktır.  Tarih boyunca cinsellik (eşcinsellik de dahil olmak üzere) ve cinsiyet, bir güç arenası olmuş, olmaya da devam etmektedir.  Siyasi erkler tarafından kategorilere ayrılan, tabulaştırılan ve çoğu zaman yasaklanan cinsellik tüm formlarıyla insan doğasının her zaman ayrılmaz bir parçası olmuştur.