21. LGBT Onur Haftası etkinlikleri 4. Trans Onur Yürüyüşü ile 23
Haziran’da başladı. Onur Haftası’nın bu yılki teması, Gezi Parkı’ndan
başlayıp tüm ülkeye yayılan sokak isyanlarına atıfla “direniş” oldu.
KAOS GL’de 2010 yılında yayımlanan, “Eşcinsellikle ilgili yaygın
yanlışlar, bilimsel doğrular” makalesini bilim köşesinden tekrar
yayımlıyoruz. Eşcinselliğin “hastalık” olduğunu ve tedavi edilebildiğini
öne süren açıklamalara, Homofobiye Karşı Ruh Sağlığı Girişimi’nden
Psikiyatr Dr. Koray Başar, Psikolog Mahmut Şefik Nil, Psikiyatr Dr.
Seven Kaptan, cevap verdi.
Eşcinsellikle ilgili yaygın yanlışlar, bilimsel doğrular
“Gerektiğinde bilimsel bir yetkiyi kullanarak, gerektiğinde dini
hassasiyetleri öne sürerek, gerektiğinde ideolojik kökenlere gönderme
yapan zihniyet, sebep olduğu cinayet/ler nedeniyle hiçbir vicdani
sorumluluk hissetmediği gibi nefret ve ayrımcılık saçmakta hiçbir
sakınca görmemektedir.”
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, 7 Mart 2010
tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajında eşcinselliğin
biyolojik bir bozukluk olduğuna inandığını belirterek tedavi edilmesi
gereken bir hastalık olduğu beyanında bulunmuştur. Bu beyanla ilgili
olarak kamuoyunda yaşanan tartışmalar ve verilen tepkilerin yanı sıra
ruh sağlığı ve tıpla ilgili yerel otoriteler kayıtsız kalmamış, karşı
görüş belirtmiştir (Türkiye Psikiyatri Derneği ve CETAD, 2010; Türk Psikologlar Derneği, 2010; Türk Tabipleri Birliği, 2010).
Eşcinselliğin hastalık olarak kabul edilmediğini vurgulayan ve
homofobik tutuma karşı duran bu açıklamalar dışında, insan hakları
alanında çalışan bazı örgütlerin yanı sıra bilim insanı unvanına sahip
bazı ruh sağlığı çalışanlarının Kavaf’ın beyanlarını destekleyen, meslek
örgütlerinin açıklamalarını eleştiren bildirileri olmuştur.
Eşcinselliğin hastalık olduğunu ve tedavi edilebildiğini öne süren
benzeri açıklamalar daha önce de yapılmıştı. Ruh sağlığı çalışanlarının
kişisel değer ve yargılarının mesleki pratiklerine olumsuz yansımaları
olabileceği, bilimsellikten uzak bir takım yargıların bilim insanları
tarafından dile getirildiğinde kamuoyunda bilimsel saptamalar olarak
kabul edilme ihtimali olduğu göz önünde bulundurarak, bu açıklamalarla
ilgili bilimsel görüşleri kamuoyu ve ruh sağlığı çalışanları ile
paylaşmayı uygun gördük.
“Eşcinsellik cinsel kimlik bozukluğudur.”
Cinsel kimlik kişinin kendi bedeni ve benliğini belli bir cinsiyet
içinde algılayışıdır; cinsel yönelim kişide cinsel duygu, istek ve
davranışların belli bir cinsiyete çekimidir; cinsel rol ise toplum
içinde cinsellik açısından dışavuran davranışların görünümüdür.
Psikiyatrik sınıflandırmalar ve ana kaynak metinlerde bu kavramlar bu
şekilde tanımlanmaktadır.
Dolayısıyla, eşcinsellik cinsel kimlik ya da cinsel rolle değil cinsel
yönelimle ilişkilidir. Eşcinsel yönelim bireyin cinsel duygu istek ve
davranışlarının kendi cinsine dönük olmasıdır, erkek eşcinsel için gey,
kadın eşcinsel için lezbiyen ifadesi kullanılmaktadır. Cinsel yönelim
karşı cinse olduğunda heteroseksüellik, her iki cinse dönük olduğunda
biseksüellik söz konusudur. Bireyin eşcinsel olması biyolojik
cinsiyetinden farklı bir cinsel kimliği (örneğin erkek eşcinselse
kendini kadın gibi hissetmesi ve erkek olmaktan rahatsızlık duyması)
olmasına sebep olmaz. Eşcinsellik cinsel kimlik bozukluğu değildir;
cinsel yönelimlerden biridir ve hastalık ya da bozukluk olarak kabul
edilmemektedir.
“Cinsel kimlik bozukluğu hastalık sınıflandırma
sistemlerinde yer alan eşcinselliğin değiştirilip yeniden tanımlanan
bölümüdür. Transseksüellik olarak bilinmektedir. Tedavisi gerektiği ve
hastalık olarak tanımlandığı bilinmektedir.”
Transeksüellik bireyin cinsel kimliğinin biyolojik cinsiyetinden
farklı olması, kişinin yoğun biçimde karşı cinsten olmak istemesi veya
karşı cinsten olduğu gerçeğine inanması durumudur. Dolayısıyla cinsel
kimlikle ilgili bir farklılıktır, cinsel yönelimle değil. Eşcinsellik
değiştirilip bu şekilde tanımlanmamıştır, bu eşcinsellikten farklı bir
tanımlamadır. Transeksüellik halen ruhsal bozukluklar sınıflandırmasında
bir tanı kategorisi olarak yer almaktadır. Transeksüellikle ilgili tek
bilimsel tıbbi yaklaşım cinsiyet değiştirme sürecidir, psikoterapi ya da
ilaçlarla cinsel kimlik değiştirilemez.
Sınıflandırmada bu kategorinin yer alması, cinsiyet değiştirme
sürecinde psikiyatrinin oynadığı birincil rolle ilgilidir. Bilimsel ve
sorumlu meslek pratiğine sahip çıkan ruh sağlığı klinikleri tarafından
cinsiyet değişimi sürecinde uyumu arttırmaya yönelik grup çalışmaları,
bireysel izlemin yanında yürütülmektedir. Transeksüellik tedavi ile
değiştirilen bir cinsel kimlik değildir. Ayrıca halen hazırlık
aşamasında olan DSM V’te transeksüelite kategorisi gözden
geçirilmektedir. Mevcut bilimsel verilerle sınıflandırmalardan
çıkarılmasını savunan çok sayıda bilimsel yayın mevcuttur. Tartışmaya açılmış olan taslak metinde “cinsel kimlik bozukluğu” yerine “uyumsuzluğu” ifadesi tercih edilmiştir.
“Pasif homoseksüeller genellikle “transseksüellik”
sınırlarında kabul edilmektedirler. Kendini karşı cins gibi hissetmeden
pasif eşcinsellik yaşamak ruhsal olarak pek mümkün değildir.”
Aktif ve pasif eşcinsel ifadeleri cinsel yönelim tanımıyla doğrudan
ilgili değildir. Eşcinsel bireyin ağırlıklı olarak tercih ettiği cinsel
birleşme türü ile ilgilidir ve sıklıkla aynı bireyde birlikte
bulunabilmektedir. Bir eşcinselin ağırlıklı cinsel davranışı ne biçimde
olursa olsun bunun cinsel kimlikle ilgisi yoktur. Eşcinsellik cinsel
kimlikle ilgili bir farklılık içermez, yani “cinsel kimlik olarak kendi
cinsidir”, cinsel yönelimi kendi cinsine dönüktür. Pasif eşcinsellerin
kendilerini karşı cins gibi hissetmeleri, karşı cinse özgü davranışları
sergilemeleri gerekli değildir. Cinsel kimlik ve cinsel yönelim
birbirinden farklı iki insani boyuttur.
“Aktif eşcinseller cinsel ilişki biçimi hakkında hiç
rahatsızlık duymazlar. “Sonuna kadar erkeğim ama cinselliği kendi
cinsimle yaşarım” diyen aktif eşcinseller ilişkilerinde daha dominant,
baskındır.”
Eşcinselliğinin farkına varan birey, ister aktif ister pasif olsun,
toplumsal yargı ve inanışlar doğrultusunda edindikleri homofobi
nedeniyle cinsel yönelimlerinden huzursuzluk ve kaygı duyabilir.
Yaşadığı huzursuzluğu nedeniyle yaşantısını farklı şekillerde yeniden
tanımlamaya çalışabilir. Bu tanımlamalar bir süre bireyin kaygısını
azaltabilse de, çekirdek cinsel yönelim değişmediği için etkinliği
geçicidir. Cinsel davranışı nedeniyle aktif olarak tanımlanan
eşcinsellerin kişiler arası ilişkilerinde baskın (“dominant”) olduğu
inanışı, eşcinsellerle ilgili çok yaygın bir yanlış inanış, mittir.
Toplumsal cinsiyet özellikleri olarak daha doğru bir şekilde
tanımlanabilecek cinsellikle ilişkili sosyal davranış ve görünüm cinsel
yönelimle doğrudan ilişkili değildir. Bir eşcinsel erkek birçok
heteroseksüel erkekten daha “erkeksi” olabileceği gibi, yaşadığı dönem
ve koşullarda “erkeksi” ya da “kadınsı” kabul edilen erkeklerin cinsel
yönelimi heteroseksüel, biseksüel ya da eşcinsel olabilir.
“Eşcinsellik insanda doğal olarak var olan bir yönelim
değildir. Sosyal öğrenme ile ve yanlış eğitimle gelişmiş bir durumdur.
Biyolojik doğaya uymayan bir sapmadır.”
İnsanlık tarihi boyunca ve günümüzde hemen her insan topluluğunda,
tarihsel dönem, coğrafi konum, toplumun yapısı ve kültürel özellikleri
ne olursa olsun bireylerin kendi cinslerinden olan kişilere cinsel ve
duygusal yakınlık duydukları ve duymakta olduklarına ilişkin tarihsel ve
güncel bilgiler mevcuttur (Spencer, 1996; Vicinus ve ark., 2001; Drucker, 2001).
Cinsel yönelim sadece cinsel davranışla sınırlı olmayıp bireyin
yaşamının geneline hakim olan cinsel ve duygusal çekim, arzu ve bağlılık
ve bunların gerçekleşmesi istek ve fantezileri ile ilgilidir. Tarih
boyunca dönem dönem farklı iktidar odakları tarafından (siyasi ve dini
otoriteler) baskılanmaya çalışılması varolageldiğinin kanıtları arasında
sayılabilir. Bu baskı araçları arasına tıbbın da girmesiyle eşcinsellik
hastalık olarak kabul edilmeye başlamıştır (Crozier, 2001).
Biyolojik ya da genel olarak doğaya uygun olmadığıysa ispatı ya da
inkarı mümkün olmayan, bilimsel olarak yanlışlanamayacak bir iddiadır.
Tıbbi görüşün üremeye yönelik olmayan tüm cinsel davranışları,
mastürbasyonu ve heteroseksüel bağlamda bile olsa üreme dışında –haz ve
sevgi ifadesi gibi- amaçlarla yürütülen cinsel birliktelikleri,
sağlıksız kabul etmeleri ile eşcinselliğin hastalık olarak kabulü
eşzamanlıdır (Hart ve Wellings, 2002). “Doğaya aykırılık”
iddiası, cinselliğin insan “doğa”sında sadece üremeyle sınırlı bir yeri
olduğu kabulünden kaynaklanmaktadır; bu ise tıbbın uzun zamandır terk
ettiği bir yaklaşımdır.
Cinsel yönelimlerin, eşcinsellik kadar heteroseksüelliğin de,
kökenleri henüz bilimsel olarak gösterilmiş değildir. Her tür cinsel
yönelimle ilgili genel kabul cinsel yönelimin bir seçim/tercih sonucu
olmadığıdır, zira bireyler hayatlarının herhangi bir döneminde hangi
cinsiyetten kişilerden hoşlanacaklarına, aşık olacaklarına, cinsel
olarak uyarılacaklarına karar vermezler. Böyle bir karar süreci
heteroseksüel bireyler için geçerli olmadığı gibi (yani bir erkek
hayatının geri kalanında cinsel ve duygusal olarak kadınlara
yöneleceğine karar vermediği gibi), heteroseksüellik dışında cinsel
yönelimi olan kişilerde de söz konusu değildir.
Egemen ideolojinin heteroseksüelliğin tek meşru, doğru, norm olan
cinsel yönelim olduğunu kabul etmesi (heteroseksizm), kişilerin
doğumundan (bazen doğumundan da önce) itibaren hayatlarının hemen her
döneminde en yakın çevreleri ve toplumun geneli tarafından heteroseksüel
yönelimli olduğunun varsayılmasına, bu yönde eğitilmesi, bu yönelimle
ilişkili özellik ve becerilerin kazanılmasına yönelik öğrenme
süreçlerini takip etmesi, bireylerin heteroseksüel cinsel yönelime sahip
olmalarını sağlayamamaktadır. Eşcinselliğin “sosyal öğrenme” bir yana,
aşağı görüldüğü, ölüme kadar varan şekillerde nefret ve şiddete maruz
kalmayla eşleştiği toplumlarda dahi, toplumun bir kısmında diğerlerinden
farklı olmayan oranlarda eşcinsel yönelim görülmektedir. Öğrenme ve
eğitim süreçleri, cinsel yönelimin belirleyenleri olmaktan çok, kişinin
toplumsal cinsiyet özellikleri, kendini açık etme ya da gizlemeyi
seçmesi üzerinde etkilidirler. Bu süreç eşcinsel bireylerde olduğu kadar
heteroseksüel yönelimli kişilerde de işlemektedir; heteroseksüel bir
kadının kendi cinselliği ile ilişkisi ve cinsel duygusal ilişkilerini
yaşama biçimi ile ilgili toplumsal etkilere (sıklıkla olumsuz
sonuçlarına şahit olduğumuz) Türkiye toplumundan örnek bulmak hiç zor
olmayacaktır.
Eşcinsellik geçen yüzyılda ruh sağlığı uzmanlarınca öğrenme üzerinden
açıklanmaya çalışılmış, daha doğrusu öğrenme yoluyla geliştiği
varsayılarak, tiksindirme ve duyarsızlaştırma yöntemleri kullanılarak
cinsel yönelim değiştirilmeye çalışılmıştır (McConaghy, 1969; Bancroft, 1969; Tanner, 1973).
Uygulayanların sınırlı başarı iddialarının aksine, bu girişimlerin
cinsel yönelim üzerinde etkili olmayıp, maruz kalan kişilerde kimi
yaşamboyu süren cinsel ve ruhsal sorunlara neden olduğu, dahası bazı
yöntemlerin (elektrik uygulanması ve apomorfin enjeksiyonu gibi)
fiziksel hasara, kimi durumlarda ölüme neden olduğu bildirilmiştir (Smith ve ark, 2004).
“Heteroseksüelliğin geni vardır ancak eşcinselliğin geni yoktur.”
Ruhsal bozukluklarla ilgili olsun olmasın, insanla ilgili birçok
özelliğin genetik bir arkaplanı olduğu günümüzde yaygın kabul
görmektedir. Mizaç ve karakter özellikleri gibi karmaşık insani
yapıların genlerle ilişkisine yönelik çok sayıda bilimsel veri
mevcuttur. Yaygın kanı bu özelliklerin tek belirleyeninin genetik yapı
olmadığı, genlerin de çoklu etkileşimler aracılığıyla rol oynadığıdır.
Cinsel yönelim gibi bir insan özelliğinin de tek bir gen tarafınca
belirlenmesi beklenmemektedir. İnsanın biyolojik cinsiyet özelliklerinin
(doğuştan sahip olduğu genital organlar gibi) kromozomlarında yerleşik
genlerce kodlandığı bilinmekteyse de, heteroseksüellik dahil cinsel
yönelim biyolojik cinsiyet özellikleriyle ilgili değildir. Dolayısıyla,
“heteroseksüellik geni” de bilinmemektedir (Rahman, 2005).
Eşcinselliğin genetik kökenleri ile ilgili son 15 yılda birçok
çalışma yapılmıştır. Gey ve lezbiyenlerin yakınlarında eşcinsellik
yaygınlığının toplumdaki yaygınlıktan yüksek olması, eşcinselliğin tek
yumurta ikizlerinde çift yumurta ikizlerinden daha yüksek oranda
birlikte görülmesi genetiğin rolü olduğunu düşündürmüştür (Pillard ve Bailey, 1998; Bailey ve ark, 2000; Kendler ve ark, 2000).
Aile ağaçları incelendiğinde, eşcinsel bireylerin anne tarafında daha
çok eşcinsel bireye rastlanmasından yola çıkarak yapılan DNA
analizleriyle de anne tarafından aktarılan genetik yapının (X kromozomu
ya da mitokondriyal DNA) önemli olduğu öne sürülmüştür (Hamer ve ark, 1993; Sykes, 2003).
Ayrıntılı analizlerle olumlu sonuçlar veren çalışmalar varsa da,
tekrarlayan tutarlı bulgular elde edilen bir “eşcinsellik geni” yoktur.
Öte yandan, bir durumun geni olması ya da olmaması, bu durumun bir
patoloji olarak kabul edilip edilmemesiyle ilgili değildir. İnsanların
birçok niteliği genler tarafından kodlanmakta, bu genlerin etkinliği ve
çevresel koşulların etkisiyle nihai durum şekillenmektedir. İnsan
genomuyla ilgili yapılan çalışmalarla her geçen gün benzeri bağlantılar
kurulmaktadır.
“Hastalık olarak tanımlanmayan eşcinsellik egosintonik
eşcinselliktir. Yani kişi bu tercihi özgür iradesi ile seçmiştir.
Eşcinselliğini bir sorun olarak görmez. İkinci grup eşcinsellik
egodistonik olarak bilinen eşcinselliktir. Bu grup eşcinseller tedavi
arayışı içindedir ve psikiyatrinin ilgi alanındadır.”
Eşcinselliğin bir ruhsal bozukluk olmadığına yönelik karar Amerikan
Psikiyatri Birliği (APA) tarafından 1973’te alınmışsa da, hastalık
sınıflandırmalarından tam olarak çıkarılması kademeli olmuştur (Ritter ve Terndrup, 2002; Drescher, 2010).
DSM-I’de (1952) “sosyopatik kişilik bozukluğu” kategorisi altında yer
alan eşcinsellik, DSM-II’de (1968) bir cinsel sapma olarak
sınıflandırıldı. 1970’lerde psikiyatri topluluğunda yüksek sesle ifade
edilmeye başlanılan karşı görüşler üzerine oluşturulan çalışma
gruplarının vardıkları kararlar APA kurullarında kabul edilerek 1973’te
karar resmiyet kazandı. DSM-II’de eşcinsellik kategorisi yerini “cinsel
yönelim bozukluğu” kategorisine bıraktı. Bu süreçte karara karşı çıkan
uzmanların etkisiyle oluşturulan bu kategorinin geçerliği pratikte
heteroseksüel yönelimi nedeniyle ruh sağlığı uzmanlarına başvuru
olmadığı için tartışmalıydı. Bu nedenle DSM-III’te (1980) yerini
“egodistonik eşcinselliğe” bıraktı. Belirgin hale gelmiş kendi cinsine
yönelik uyarılmanın neden olduğu ruhsal sıkıntıyı kapsayan bu kategori,
hemen tüm eşcinsellerin hayatlarının bir döneminde eşcinselliklerinin
egodistonik olduğu bir aşamadan geçmeleri, toplumsal homofobi etkisiyle
gelişen içselleştirilmiş homofobinin neden olduğu bir sıkıntının ruhsal
bozukluk olarak tanımlanmasının yanlış olması gerekçeleriyle
DSM-III-R’de (1987) tamamen terk edildi.
Lezbiyen, gey ve biseksüeller, en az heteroseksüeller kadar
çeşitlilik gösterirler. Beklenilen değişkenliğin farklı eşcinsellik
alttipleri tanımlar bir örüntü sergilediğine ilişkin kanıt yoktur (Wilson ve Rahman, 2005).
Farklı eşcinselliklerle ilgili yürütülen araştırmalar olmakla birlikte,
eşcinsel bireylerde cinsel yönelim kimliği gelişiminin farklı
aşamalarını bir sınıflandırma yöntemi olarak kullanmak yanlış olacaktır.
Bu daha çok bir grup görme özürlünün dokundukları farklı yerlerden yola
çıkarak bir fili farklı şekillerde tanımladığı bilinen öyküdekine
benzer bir yöntem hatası olacaktır.
“Eşcinselliği heteroseksüellik gibi sağlıklı bir durum olarak tanımlamanın hiç bir bilimsel dayanağı yoktur.”
Eşcinselliğin heteroseksüellik gibi sağlıklı bir durum olarak
tanımlamamanın hiçbir bilimsel dayanağı yoktur, bu yönde bilimsel olarak
kabul görebilecek bulgusu olanların bunu kamuoyu ve bilimsel ortamlarla
paylaşmalarını öneririz. Eşcinselliğin ruh sağlığı uzmanlığı alanında
bir dönem hastalık olarak kabul edilmesinin heteroseksist önkabullerden
öte bir dayanağı hiçbir zaman olmamıştır. Freud sonrası psikanalistlerce
öne sürülen eşcinselliğin ruhsal mekanizmanın genel işleyişinde
bozukluğa neden olduğu iddiası, terapistlerin kendilerine başvurmuş
bireyler üzerinde yaptıkları gözlemlerden yola çıkarak yaptıkları
genellemelere dayanmaktadır, bu nedenle bilimsel niteliği tartışmalıdır.
Projektif değerlendirme yöntemleri ile yaptığı kontrollü çalışmayla
eşcinsel ve heteroseksüel bireyler arasında farklılık olmadığını
gösteren Evelyn Hooker bu önkabulleri tartışmaya açmış, seksoloji
alanında yürütülen alan çalışmalarının (Kinsey raporları gibi) bulguları
ve eşcinselliğin bir ruhsal bozukluk olmadığını kabul eden
psikanalistlerin (Judd Marmor gibi) çabaları ile eşcinsellik ruhsal
bozukluklar sınıflandırmasından çıkarılmıştır. Bu değişiklik
psikiyatride hakim olan heteroseksist ideolojiye karşı bir girişim
sonucunda olduğu için ideolojik olmakla eleştirilmektedir; ancak asıl
bilimsel dayanaktan yoksun olan eşcinselliğin hastalık olarak
değerlendirilmesidir.
“Psikiyatri ve psikolojinin eşcinselliğin hastalık olmadığını söylemeleri eşcinselliği teşvik eder.”
Diğer cinsel yönelimler gibi eşcinsellik de, irade ile yapılan bir
tercih sonucu değildir. Teşvik edilebilir ya da teşvikler sonucu ortaya
çıkabilir bir durum değildir. Eşcinselliğin hastalık olarak kabul edilip
edilmemesi kimsenin cinsel yönelimi üzerinde etki ederek, eşcinselliğin
yaygınlığında bir değişikliğe neden olamaz, olmamıştır. Sadece
psikiyatri/psikolojinin eşcinsel bireyler üzerinde oluşturulan homofobik
baskı mekanizmasının payandası olmasına son vermiştir. Psikiyatr ve
psikologların tutum ve söylemleri kimsenin heteroseksüel olmasına neden
olmadığı gibi, kimseyi de eşcinsel kılacak güçte değildir.
“Eşcinselliğin hastalık olmadığı söylenerek tedavi ve yardım kapısı kapanmaktadır.”
Eşcinselliğin hastalık olmadığı yaygın olarak ifade edilse bile,
homofobinin tek dayanağı psikiyatri olmadığı için, toplumlar arasında
farklılıklar olmakla birlikte (ataerkillik açısından farklılıklar olduğu
gibi ve büyük ölçüde paralel şekilde) heteroseksizm egemen ideoloji
olma konumunu korumaktadır. Cinsel yöneliminin kendi cinsine dönük olma
ihtimalini giderek artan şekilde hisseden eşcinsel bireyler cinsel
yönelim kimliği gelişimi sürecine girerler. Eşcinsel cinsel yönelim
kimlik gelişimi ile ilgili çok sayıda model literatürde mevcuttur (Cass, 1979; Cass, 1984; Troiden, 1989; Coleman, 1981/1982).
Bu modellerin tümünde, bireyin kendi cinsine yönelik ilgisini fark
etmesiyle belirginleşen, o zamana kadar geliştirmiş olduğu heteroseksüel
kimlikle uyumsuzluk nedeniyle kafa karışıklığı yaşadığı, çevrenin
homofobik tepkileri ve reddinden kaynaklanan korku, kaygı, suçluluk ve
utanç duyduğu aşamalar tanımlanmıştır. Kişisel gelişim ve çevre ile
etkileşimin imkan verdiği seyirde kişinin bütünlüklü bir kendiliğin bir
bileşeni olarak olumlu bir eşcinsel cinsel yönelim kimliği geliştirdiği
gösterilmiştir. Ruh sağlığı çalışanlarının bu süreçte rolü kişiyi
eşcinsel ya da heteroseksüel “yapmak” değil, karşılaştığı güçlükleri
anlamasını, başetmesini kolaylaştırmak, kendini olduğu gibi
kabullenmesini kolaylaştırmak, kendini homofobik tepkilere karşı savunma
becerilerini rasyonel şekillerde kullanıp, baskı ve inkar gibi
mekanizmaların yersiz kullanımıyla yüzleştirme, gelişiminin doğal
seyrini tamamlarken yaşının gerektirdiği olağan becerileri edinmesini
desteklemektir (Düzyürek, 1997; Schneider ve ark, 2002). Bu
süreçteki sorun alanlarının anlaşılması ve çözülmesiyle ile ilgili
olarak ruh sağlığı çalışanlarına düşen müdahalelerle ilgili günümüzde
kapsamlı bilgi birikimi oluşmuştur (Düzyürek, 1997; Schneider ve ark, 2002; Ritter ve Terndrup, 2002; Bieschke ve ark, 2007).
Dolayısıyla, gelişim sürecinde yardım arayışı içinde olan eşcinsel
bireylere ruh sağlığı çalışanlarının kapısı kapalı değildir. Geçen yıl
Amerikan Psikoloji Birliği’nin yayınladığı bir raporda “tedavi” adı
altında bu gelişim sürecine ket vurulması çabalarının (uygulayanlarca
“onarım” tedavisi olarak isimlendirilen cinsel yönelimi değiştirmeye
dönük girişimler) etkinlik ve olası zararları gözden geçirilmiş, uygun
terapötik yanıtlarla ilgili öneriler sıralanmıştır, internetten
rahatlıkla ulaşılabilmektedir (APA Task Force on Appropriate Therapeutic Responses to Sexual Orientation, 2009).
“Eşcinsellik, hayvanlara cinsel sevi (zoofili), eşyaya cinsel
sevi (fetişizm) gibi bir cinsel sapma (parafili) olarak
değerlendirilmelidir.”
Parafili terimi cinsel dürtülerin nesnesi veya hedefi olarak sapkın
veya zorlantılı davranış ve fantezinin varlığına işaret eder. DSM-IV-TR
sapkın cinsel imge ve davranışların olağan dışı veya garip olması
gerektiğini vurgulamaktadır. Doğru tanı parafilik fantezi ve törensel
davranışın saptanmasına dayanır. Tanının konulabilmesi için cinsel
uyarılmanın, sapkın fantezilerin davranışsal dışavurumu veya zihinsel
tasarımının varlığına bağlı olması; bu davranış, cinsel dürtü ve
fantezilerin klinik olarak belirgin sıkıntı ya da sosyal, mesleki veya
işlevselliğin diğer önemli alanlarında bozukluklara yol açması gerekir.
Eşcinsellik 1968 yılı DSM-II basımında parafili (egzibisyonizm,
zoofili, transvestik fetişizm gibi) grubu ile cinsel sapma sınıflaması
altında yer alsa da APA’nın 1973’te aldığı resmi kararla DSM-II’de
eşcinsellik kategorisi parafili sınıflandırmasından çıkarılmış ve yerini
“cinsel yönelim bozukluğu” kategorisine bırakmıştır. Parafili
kategorisinden çıkarılmış olması şu nedenlere bağlıdır:
1) Eşcinsellerin temel düşlemleri heteroseksüellere benzer, genellikle garip ya da tuhaf değildir;
2) Eşcinsel dürtüler heteroseksüel dürtülerden farklı ölçüde zorlayıcı değildir;
3) Eşcinsel ve heteroseksüel davranışın parafiliklerde kaçınılmaz
biçimde bulunduğu şekilde ritüelleşmiş ve stereotipik olması gerekmez;
4) Eşcinsel ve heteroseksüel bireylerin fantezi dünyaları parafililerde olduğu gibi fakirleşmemiştir;
5) Eşcinsel düşüncelerin zihinsel yaşamı değişmez biçimde ve aşırı
olarak meşgul ettiği, herhangi bir eşcinsel etkinliği bastırmanın yüksek
düzeyde kaygı veya disforik duygulanıma yol açtığı, veya eşcinselliğin
heteroseksüellikten daha fazla bir oranda kişilik bozukluğu ile
bağlantılı olduğu gösterilmemiştir;
6) DSM-IV-TR parafili tanısı için ‘karşılıklı, sevecen, sevgi içeren
cinsel etkinlik kapasitesinin’ olumsuz etkilenmesini bir gereklilik
olarak ortaya koymaktadır. Bilindiği üzere eşcinsel ilişkiler tıpkı
heteroseksüel ilişkiler gibi bu olumsuz etkilenmeleri taşımamaktadır.
“Eşcinselliğin hastalık olarak kabul edilmesi, tedavi girişimleri koruyucu ruh sağlığı kapsamında değerlendirilmelidir.”
Koruyucu ruh sağlığı uygulamaları, hastalıklarla ilişkili risk
etkenleri olduğu ve bunlara yönelik politikalar geliştirilmesi gerektiği
düşüncesiyle yürütülen, ruhsal bozuklukların başlanmasının önlenmesi ya
da geciktirilmesi, süresinin kısaltılması ve bozuklukla ilişkili
yetiyitiminin azaltılmasını amaçlayan çalışmalar bütünüdür (Aksaray ve ark, 1999).
Lezbiyen, gey ve biseksüel bireylerin heteroseksüellerle
karşılaştırıldığında, birinci basamak sağlık hizmetlerine ruhsal
sorunlarla daha sık başvurduğu, ruhsal bozukluklar, intihar ve madde
kötüye kullanımı riskinin heteroseksüellerden yüksek olduğu
gösterilmiştir (King ve Nazareth, 2006; King ve ark, 2009). Bu
nedenlerle heteroseksüalite dışında cinsel yönelimi olan bireylere
yönelik sağlık hizmetleri koruyucu ruh sağlığı çalışmaları alanında
değerlendirilmelidir. Zira, çok sayıda çalışma bu bozuklukların
varlığını yordayan etkenin cinsel yönelim değil kişilerin maruz kaldığı
ayrımcılık ve baskı, sözel ve fiziksel şiddet, bulundukları bölgede
hakim olan homofobik politika ve uygulamalar olduğunu göstermektedir (Diaz ve ark, 2001; Warner ve ark, 2004; Lewis, 2009).
Yaftalama, önyargılar ve ayrımcılığın neden olduğu tehditkar ve stresli
sosyal çevrenin ruhsal bozukluk yaygınlık ve şiddeti üzerinde etkisi
azınlık stresi modeli ile açıklanmaktadır (Meyer, 2003). Ruh
sağlığı çalışanlarının cinsel yönelim kimliği gelişimi sürecinde
olumlayıcı terapi yaklaşımı ile lezbiyen, gey ve biseksüel bireylerle
heteroseksizmin neden olduğu psikolojik sorunlarla baş etme güçlerini
desteklemeleri, içselleştirilmiş homofobinin ele alınması ve kamusal
homofobik uygulamalara karşı durmaları önerilmektedir (Meyer, 2003; Herek ve Garnets, 2007; Matthews ve Adams, 2009).
“Homofobi yani eşcinselleri aşağılamak, dışlamak, şiddet
uygulamak doğru değildir. Eşcinsellere saygı gösterilmeli
ancak onaylanmadığı da belirtilmelidir.”
“Fobi” kavramı, tanımı açısından rasyonel (mantıklı ya da gerçekçi)
olmayan ve yüksek düzeyli ürkme, korkma ve kaçınma davranışlarına neden
olan yaşantıları tarifler. Bir kavram olarak homofobi ise,
eşcinsellerden korku duyulması anlamında kullanılsa bile herhangi bir
kişinin, kendisinin ya da bir başkasının eşcinsel duygular
hissedebilmesi durumunda yaşadığı derin korkuyu tanımlar. Fobiler,
nedenleri ve tedavi edilmeleri amacı ile ruh sağlığı alanında önemli bir
yer tutar. Çünkü sağlıklılık tanımı “uyumlu ve aksamayan” bir işleyişi
de kapsar.
Homofobi ruh sağlığı alanında önceleri herhangi bir fobi gibi
bireysel düzeyde ele alınmış ve herhangi bir fobi gibi üstesinden
gelinmeye çalışılmıştır (Göregenli, 2003). Oysa sosyal
psikologların ve konu ile ilgili çalışan bilim insanlarının çalışmaları
homofobinin, sadece bireysel bir korku olmaktan öte toplumsal
bileşenleri olduğunu ortaya koymuştur (Herek, 1984; Sakallı, 2002; Madureira, 2007).
Örneğin bir toplumda etkin olan sistemler herhangi bir yaşantıyı, kötü,
günah, ayıp gibi değerlendirmelerle ele alıyorsa, insanların bu
davranışları yaparken kendileri ile çatışmaya girmeleri, dışlanmak veya
cezalandırılmaktan korkmaları ve bu korku ile başa çıkamayacaklarını
anladıklarında kaçınma ve ürkme davranışları geliştirmeleri kolaylıkla
gözlenebilen bir süreçtir. Homofobi, heteroseksüel yönelimli bir kişide
olabileceği gibi farklı cinsel yönelimi olan kişilerde de görülebilir.
Kadın ya da erkek bir eşcinsel, bir biseksüel, bir travesti,
transseksüel ya da aseksüel bireyler de homofobi geliştirmiş
olabilirler.
Bir tutumun homofobik olduğunu söylediğimizde, eşcinsel insanlar hakkındaki önyargıların ve/veya ayrımcılığınvarlığından bahsetmiş oluruz. (Benzer bir şekilde transseksüel insanlara dönük önyargı ve ayrımcılık da
transfobi olarak tanımlanır.) Bu durumda homofobiyi anlamak için
önyargı ve ayrımcılık kavramlarına kısaca değinmek gerekecektir.
Önyargılar ortak bir niteliği bünyesinde barındıran bir insan topluğu
hakkındaki düşünce kalıplarımızı anlatır. Önyargılar olumlu ya da
olumsuz olabilirler. İnsanlar, olumlu ya da olumsuz olan bu önyargıları,
karşılaştığı insanların gerçek özelliklerini anlayana kadar referans
olarak kullanır. Ve çoğunlukla önyargı kalıpları yeni tanışılan insanı
temsil etmez.
Homofobiyi anlamak için kullandığımız bir diğer kavram olan
“ayrımcılık” ise kendi grubunun avantajlarını ön planda tutma ve/veya
diğer grubun dezavantajlarını görmezden gelme eğilimimizdir (Göregenli, 2003).
Ayrımcılık, bir gruba ait olarak algıladığımız insanlara karşı olan
tutumlarımızda belirir. Oysa önyargı bir grup insana dair olan
fikirlerimizdir. Buradan hareketle ayrımcılığı eyleme dökülen önyargı
olarak tanımlarız. Önyargılarımızı oluşturan özsel inançlarımız
zemininde, farklı gruplar arasında hiyerarşi oluşturmaya başladığımızda,
örneğin cinsel yönelimlerden birinin diğerinden daha iyi, üstün,
sağlıklı olduğunu kabul ettiğimizde, ayrımcılığa doğru ilk adımı atmış
oluruz. Homofobiyi temelde, ister kişinin kendisinde olsun ister başka
bir kişide rastlasın; sapık, günahkar, ahlaksız, kaçınılması ya da yok
edilmesi gereken eşcinsellik algısı için kullanıyoruz. Belirli bir
cinsel yönelimin diğerinin “onaylamak”, “hoşgörmek” eyleminin nesnesi
olarak kabul etmek, aralarında bir hiyerarşik ilişki kurmaktır. Dolayısı
ile eşcinsellik bir normdan (geçerli kabul edilen bir doğrudan) sapma
olarak algılandığında homofobi ortaya çıkar. Homofobi kendisini her
zaman ölüme kadar varan fiziksel şiddet, aşağılama, küfür, mizah yolu
ile sözel şiddet ya da yok sayma ile göstermez; bu homofobik eylemlerin
öncülü olan homofobik bilişler de homofobi kapsamındadır.
Eşcinselliğin saptığı norm ise ‘heteroseksüel olma’ normudur. Bu
durumda homofobiyi anlamaya çalışırken heteroseksizm adını verdiğimiz
yeni bir kavrama ihtiyacımız vardır. Gordon Marshall, ‘Sosyoloji
Sözlüğü’nde heteroseksizmi, heteroseksüelliğe atfedilen ayrıcalıklı
konum ve toplumsal pratikler olarak tarifler. Bu tanım,
heteroseksüellerin toplumsal avantaj ve üstünlüklerine, heteroseksüeller
için kazanımları olan toplumsal uygulamalara yani bu konudaki olumlu
önyargılara dikkatimizi çeker. Kuşku yok ki heteroseksizm kavramına
duyulan ihtiyacın kaynağı, toplumun sadece heteroseksüel bireylerden
oluşmadığı gerçeği ama heteroseksüel insanlardan oluştuğu ya da oluşması
gerektiği ideolojisidir.
Heteroseksizm kavramı doğal olarak heteronormatiflik dediğimiz
normlarını (geçerli doğru kabul edilen kurallarını) heteroseksüellikten
alan bir diğer kavramla karşılaşmamızı sağlar. Heteronormatiflik, farklı
cinsel yönelimi olan insanlara heteroseksüel gibi davranmaları yönünde
dayatılan kuralları tanımlar. İlginç olan heteronormatif dayatmalarının
sadece farklı cinsel yönelimi olan insanlara değil heteroseksüellere de
dayatılmasıdır.
Özetlersek; homofobi, diğer fobiler gibi bireysel bir korku olmaktan
öte eşcinsellik hakkındaki önyargılı fikirler ve ayrımcı tutumlar
nedeniyle insanların eşcinsellikten duyduğu korku olarak tanımlanabilir.
Tarihsel kayıtlar, güncel araştırmalar ve farklı toplumsal
yapılanmalara dair gözlemlerimizden hareketle söyleyebileceğimiz; müdahale
edilmesi gerekenin eşcinsel olmak değil homofobi yani bu korkunun
altında yatan toplumsal zemin ile bireysel farklılık arasında kurulan
ilişkinin niteliği olduğudur. Çünkü insanlar önyargı ve ayrımcılığa
maruz kalmadıkları takdirde heteroseksüellik dahil tüm cinsel
yönelimleri ile sağlıklı, mutlu ve üretken bir şekilde yaşayabilirler.
“Gelecek kuşaklar arasında eşcinselliğin artmaması için sağlık ve eğitim politikalarında düzenlemeler yapılmalıdır.”
Mevcut sağlık ve eğitim politikaları kişilerin cinsel yönelimlerinin
heteroseksüel, eşcinsel, biseksüel olarak belirlenmesinde rol
oynamamaktadır. Eğitim sistemi heteroseksüellik dışındaki cinsel
yönelimleri görmezden gelmekte, yok saymakta, eğitim pratiğinde
eşcinsellik aşağılama, mizah ve genel kabul görenden farklılık gösteren
bireylerin baskılanması dışında gündeme gelmemektedir. Bu tutumun
eşcinselliği ortadan kaldırmadığı ve daha katı uygulandığında da
kaldıramayacağı (İran örneğinde olduğu gibi), aksi yönde eşcinselliği
olumsuzlamayan bir yaklaşımın da eşcinselliğin toplumdaki yaygınlığını
arttırmadığı (Avrupa ve Kuzey Amerika’da eşcinselliğe toplumsal
yaklaşımın değişmesine rağmen yaygınlıkta artış görülmemesi örneğinde
olduğu gibi) bilinmektedir. Eğitim ve sağlık uygulamalarında homofobik
tutumlar, eşcinsel bireylerin açılma süreçlerini baskılamakta,
kendilerini açık olarak var etmelerine engel olmaktadır. Dolayısıyla
artan ya da azalan eşcinsellik değil, eşcinsellerin görünürlüğüdür.
Eşcinselliğin görünür hale gelmesinden kaygı duyulmasının altında,
eşcinselliğin model alınarak yaygınlaşabildiği miti yatmaktadır. Çocuk
gelişiminde rol model alma çocuğun davranışları, dünyayı adlandırışı ve
dış dünya ile nasıl ilişki kuracağı konusunda etkili olmakta ancak
cinsel yönelim üzerinde etkili olmamaktadır. Bununla ilgili en doğrudan
kanıtlar gey ve lezbiyenlerin ebeveyn oldukları ailelerle yapılan
çalışmalardan edinilmektedir (Gottman, 1989; Flaks ve ark, 1995; Bailey ve ark, 1995; Golombok ve Tasker, 1996).
Ebeveyni lezbiyen veya gey olan çocuklarla ondört yıla varan izlem
süreleriyle yapılan kontrollü çalışmalarda, cinsel kimlik, cinsel
yönelim ve sosyal uyumla ilgili heteroseksüel ve eşcinsel ebeveyni olan
çocuklar arasında farklılık saptanmamıştır. Çocuklar arasındaki tek fark
lezbiyen anneler tarafından yetiştirilen çocukların kendi
cinsiyetlerinden ya da karşı cinsiyetten biri ile cinsel yakınlık
kurabilecekleri fikrine, anneleri heteroseksüel olan çocuklardan daha
toleranslı yaklaşmaları olarak bulunmuştur (Golombok ve Tasker, 1996).
Bu nedenle “gelecek kuşaklar arasında eşcinsel tercihlerin artmaması”
şeklinde ifade edilen kaygı, insan davranış bilimlerinin gözlemleri ile
uyuşmamakta, sadece cinsel azınlık olan bireyleri kısıtlamak ve yok
etmek amacını taşıyan bir önyargıyı temsil etmektedir.
Bu ifade heteroseksüel anne babaların nasıl olup da gey, lezbiyen,
biseksüel, transseksüel ya da travesti çocuklara sahip olduklarını
açıklamak konusunda ise oldukça yetersiz ve güncel araştırmalar
tarafından çürütülmüş bir bakış açısıdır. Güçlü anne, zayıf baba miti,
çocuğun cinsel yönelimi üzerinde etkili olduğu kanıtlanmış bir gerçek
değil, eşcinselliği açıklamak için psikanalizin erken döneminden kalma,
halen psikanaliz çevrelerinde yaygın kabul görmeyen bir iddiadır. Ayrıca
kusurlu ve hasta saydığı cinsel azınlık bireylerin varlığını açıklamak
için anne-babaları suçlu ilan etmekte ve onları da “yetersiz ebeveynlik
yaptıkları” gerekçesi ile cezalandırmakta, dışlamakta ve gizlenmelerine
ya da “Ahmet Yıldız” olgusunda olduğu gibi çocuklarını öldürmelerine
sebep olmaktadır.
Dikkat çeken bir önemli nokta ise bu zihniyetin, sebep olduğu
cinayet/ler nedeniyle hiçbir vicdani sorumluluk hissetmemesi ancak
suskun (ve muhtemelen memnun) bir şekilde ortalıktan sıvışmasıdır. Ancak
cinsel azınlık varlığından söz edilince yine aynı strateji ile bir
araya gelip ve aynı argümanı ile nefret ve ayrımcılık saçmakta hiçbir
sakınca görmemektedir. İronik olan ise, gerektiğinde bilimsel bir
yetkiyi kullanarak, gerektiğinde dini hassasiyetleri öne sürerek,
gerektiğinde ideolojik kökenlere gönderme yaparak ileride yaratmaya
çalıştığı barışçıl ve mutlu dünyayı kendi elleri ile yok etmesidir.